İlk cümlesi buydu, yıllar önce, daha ben 8. sınıftayken ve Polis Koleji sınavından çıkmışken hayranı olduğum Stephen King’in okumadığım bir kitabını kitapçıda görüp, annemden almasını isteyip kapağını açtığımda…
Kitabın adı Silahşör (The Gunglisher) idi ve Kara Kule yazıyordu. Devam eden yıllarda, Üç’ün Çekilişi (The Drawing of the Three), Çorak Topraklar (The Waste Lands) -Lise 1’deydim halen o zamanlarda ve bu defa babama aldırmıştım-, yine memleketteki kitapçının vitrininde görüp parasını iki ay sonra verdiğim Büyücü ve Cam Küre (Wizard and Glass), Lise 2 yazında Bulgaristan’a giderken aldığım ve orada bitirdiğim Calla’nın Kurtları (Wolves of the Calla), Tübitak Bilgisayar Olimpiyatları yaz kampı eğitimi sırasında ODTÜ’nün içinden alıp o hafta bitirdiğim Susannah’ın Şarkısı (Song of Susannah) ve sonunda yine aynı hafta alıp ÖSS hazırlık döneminde bitirdiğim Kule (The Dark Tower)…
Geçen yıllar içerisinde seriyi baştan sona bir kere daha bitirmiş, bazı kitaplarını ise ikiden fazla defa okumuştum. Öyle fantastik bir kurgu, öyle içten bir hikâye, öyle sembolik bir yaklaşım vardı ki, kitabın kapağını açmama bile gerek kalmadan elime aldığımda büyüsüne kapılıp, Roland’ın dünyasına çekiliyor, orada yaşayan bir silahşör (şimdi düşünürsek aslında bir kalemşör) oluyordum ve bu dünya benim için tıpkı Jake’in geride bıraktığı gibi geride kalıyordu…
Yıllar geçti, ve ben üniversitenin bilmem kaçıncı senesindeyken ve İstanbul’da gezerken D&R’ın, o zamanlar merak saldığım çizgi romanlaştırmadan (Lovecraft, Poe gibi yazarların hikâyelerinden harika çizgi romanlar çıkmıştı ve Dracula hikâyenin iki yanını da anlatıyordu) dolayı, çizgi roman standına bakarken gözlerime inanamadım.
Bırakın ikinci düşünceyi, ilk düşünceyi bile oluşturmadan anında aldığım çizgi roman tam da tahmin edildiği gibi, kitapta şu çok meşhur olan Jericho Tepesi Savaşı’ndan öncesini anlatıyordu ve volume’lar halinde çıkıyordu. Tabi ki ben de takip etmeye devam ettim.
Bu defa görsellerle süslü olan hikâyede aynı atmosferin tadını almak, bazen bildiğimiz olayları görmek; ama genellikle bilmediğimiz ayrıntıları hatta bambaşka karakterleri görmek o kadar zevkliydi ki bu tat bitmesin diye sayfaları yavaş yavaş çevirip sindire sindire okudum. Heyhat, en güzel şeyler en çabuk biten şeyler oluyor hep.
Ve sonra bir gün, patronlarımdan biri olan Furkan’a bir doğum günü hediyesi almak için gittiğim Dost Kitabevi’nin Ankuva şubesinde vitrinde gördüm onu. Adı, Anahtar Deliğinden Esen Rüzgâr idi; ama beni asıl vuran şey, kitabın sağ alt kısmında ‘Bir Kara Kule Öyküsü‘ yazıyor olmasıydı. Stephen King’in daha önceki kitaplarında (Maça Kızı gibi) Kara Kule evreninden bazı hikâyeler anlattığını biliyordum ve bunu da böyle bir şey sanmıştım; ama giriş yazısını okuyunca, yani aslında 4. ve 5. kitaplar arasında geçen ve yine 4. kitap gibi Roland’ın geçmişinden bir şeyler anlatan bir hikâye olduğunu görünce nasıl sevindiğimi hatırlamıyorum.
Kitap, gerçekten de 4. ve 5. kitabın arasında iki günlük yeri anlatıyor; ama bu iki günlük yolculuk sırasında Roland’ın anlattığı iki hikâye kitabın temel kısmını oluşturuyor. Bir tanesi, henüz gençken – ama halen silahşörken- yaşadığı bir olayı (Debaria kasabasındaki deri-değişen), ikinci hikâye ise kitaba ismini veren ve Roland’ın annesinin ona küçükken okuduğu bir hikâye. Hikâyeyi okurken, Roland’ın dünyasının ne kadar ilerlemiş olabileceğini düşünmekten kendimi alamadım. Bu nükleer savaş kaç yüzyıl önce oldu değil, kaç binyıl önce oldu diye sormaya başladım artık.
Kitap bittiğinde bitişini sorgulamadım. O tatlı olan hüzün ve boşluk hissi beni fena sardı; ama yapabilecek bir şey yok değil mi?
Stephen King’in ‘Bana gelince, eski dostlarımın söyleyecek bir şeyleri daha olduğunu keşfetmek, beni çok mutlu etti. Hikâyelerinin anlatılıp bittiğini düşündükten yıllar sonra onları tekrar bulmak, bana muhteşem bir armağan oldu.‘ şeklindeki sözlerinin nasıl duygular taşıdığını çok iyi biliyorum.
Sonuçta, yola devam etme zamanı.