Tanshaydar'ın Mekânı
Başka bir şey yok

Bölüm 2: Yeni Yolcular

İşaretli olan son yer… Son görev… Ve sonra belki de ömür boyu sürecek bir rahatlık…

“Afetten sonra kimse rahat yaşamadı, yaşamayacak da” diye düşündü Furkan. Bir hafta olmuştu Eminönü’nden ayrılalı. Bir Meran savaşçısı ve iki büyücü…

Kuklacı’nın peşinde… Oğuz, o ve Meran…

Nasıl düşmüşlerdi yola? Neler olmuştu?

Şimdi hepsi çok uzakta gibiydi Furkan için. Eminönü, Aylin, klan binası… Hepsi de yaşanmamış bir hatıranın silik birer seraplarıydılar sanki…

Birlikte oldukları dört gün boyunca hemen hemen hiç konuşmamışlardı. Oğuz birkaç defa bir Meran’a güvenmemeleri gerektiğini söylemiş; ama Furkan bu sözlere hiç ehemmiyet vermemişti. Zaten hâlâ hafıza sorunları yaşıyordu Oğuz. Yolun sonundaki açıklıktan son anda dönmüş olmanın verdiği hasarı uzun süre atlatamayacaktı. Kudret adına tamamen bitmiş, büyülerini ise hatırlayamaz olmuştu. Meran bunu konuda endişelenmemesini, o noktadan dönmesinin sadece bir mucize olduğunu ve zamanla eski haline döneceğini söylemişti. İşin ilginç tarafı da Meran sadece Furkan ile konuşuyordu. Ona eğitim vermeyi teklif etmiş, Furkan ise sadece garipsemişti. Bir Meran bir insana ne gibi bir eğitim verebilirdi ki? “Bilgimi küçümseme dostum. Eğer burada tek başınaysam, elbette ki bir sebebi vardır. Sana neler öğretebileceğimi göstermem izin ver sadece” demişti Meran ve Furkan da pervasızca kabul etmişti. Ama gördükleri karşısında hayrete düşmüştü. Eğitim başlamıştı ve değişiklikler görülüyordu. Eğitimini tamamlarsa, Furkan’ın “O” olup olmadığını anlayacağını da söylemişti. “O” kim veya neydi? Bu konuda hiçbir fikri yoktu Furkan’ın; ama eğitimini tamamlaması konusunda içinde hoş karşılamadığı bir istek vardı. Dört gündür bir Meran’ın eğitimi altındaydı…

“Olamaz!” diye histerik bir şekilde bağıran Aylin şiddetli hıçkırıklarla ağlamaya başladı. “Bilmemen gerekirdi; ama…” diye yatıştırmaya çalışan Kerem ne diyeceğini şaşırmıştı. “Onun oraya gitmesine nasıl izin verirsin!” sorusuna, daha doğrusu suçlamasına, verecek cevabı olmayan Kerem susmayı tercih etmişti. “Biz de gidiyoruz!” diyen Aylin doğruca Savaşçı Ocağı’na gitti. Kerem ise, arkadaşlarının akıbetini oturarak bekleyemeyeceğinin farkına varmak için daha fazla beklemesinin gerekmediğini çoktan anlamıştı. Ustasının ölüm döşeğinde iken verdiği asanın kılıfından çıkma vakti gelmişti. Onca zaman saklandıktan sonra ortaya çıkmak, anlatılması garip bir hüzün ve mutluluk karışımına sebep olacaktı anlaşılan…

“Haritaya göre burası olması lâzım” diyen Furkan, kimsenin onu dinlemediğini görünce şaşırmadı. Görmesi gereken şey gayet netti. Bir depremde yan düşmüş bir kaya parçası gibi durmasına özen gösterildiği belli olan işlenmiş bir kapıydı bu. Kapı mı? Daha çok bir geçidi andırıyordu. “İşte, son nokta, son yer. Buradan sonrası senin liderliğinde olacak” diye çınlayan ses pek de etkilemedi onu. Gördükleri karşısında ağzı açık kalmıştı. Beş adet devasa kayanın oluşturduğu bir ağızdı burası. Öyle ki, kayalar düzenli bir şekilde oturtulmuş, girenlerin arka tarafı görmemesi için düzenleme yapılmıştı. İnsan elinden çıktığı her halinden belli olan işlemeler ise sanki bir “Tılsım”ı andırıyorlardı. Eski kitaplarda Mısır Piramitleri diye geçen yapıtlar aklında geldi Furkan’ın. Böyle olabilir miydi? Devasa bir geçit, düzgün bir şekilde dizilmiş taş bloklar, garip işaretler ve yazılar… Nereye gelmişlerdi? Yoksa?…

Savaşçı Ocağı’nda verdiği dersi tamamlayan Uğur, odasına geçmeye hazırlanıyordu. Aylin’in koşarak geldiğini görünce içine bir korku düştü. Aylin sadece zor durumlarda ona başvururdu ve bu defa ki gelişi hiç de iyi bir durumla karşı karşıya olmadıklarını gösteriyordu. Şifacı Ocağı’ndan Kerem’i de alıp yola çıktıklarında tüm korkularının karşısına çıkacağını bilmek, yara izleriyle bezeli vücudunu titretmeye başlamıştı.

“Ateş elementinin tüm inceliklerini çok kısa zamanda örenmiş olman, ‘O’ olduğun manasına gelmez. Bunu pekâlâ herhangi bir Meran yapabilir” dedi Furkan’ın yeteneği karşısındaki hayretini hiç belli etmeyen Meran şüphelerinden yavaş yavaş kurtuluyordu. Furkan ise dört gün gibi kısa bir sürede altı yılda öğrendiklerine eşdeğer bir bilgiyi kavramış olmanın verdiği hazzı yaşıyordu. Artık bir büyücüydü, şifacılıkla alâkasını tamamen koparmıştı. Aklında sadece daha fazlasını öğrenmek vardı. Öğrenmenin verdiği hazzı, bilgiye olan açlığıyla birleştirip, düşünmeden öğreniyordu. Bir kıvılcımdan, devasa ateş toplarına kadar tüm ateş türevlerine çıplak elle hükmetmek, ona büyük bir haz veriyordu. Daha da öğrenmek istiyordu. Sanki içindeki bir canavar uyanmış da sürekli yemek istiyormuş gibiydi. Oğuz’a vermiş olduğu dikkati sadece derslere veriyordu.

Oğuz… Baygındı, yorgundu… Geri dönmesi gerekiyordu. Sağlığı yerindeydi; ama savaşacak, hele hele Meteor Bölgesinin ölümü bile yıldıracak şartlarına dayanacak halde değildi. “Onu geri göndermeliyiz” diye Meran’a döndü. “İnsanlar… Hepiniz aynısınız. Gitmemelisin. Şu an vaktimiz ne kadar kısıtlı farkında değilsin. Kulakların benim duyduklarımı duysa bir anımızı bile boşa harcamazdın” diye cevap veren Meran, Furkan’ın son birkaç günde değişmiş olan bakışlarını görünce fikrini değiştirdi. “Peki, peki; ama ben gelmeyeceğim. Bakalım yer değiştirme konusunda ne kadar yeteneklisin. Çabuk olmanda fayda var; ama kudretini buna harcamamanı tercih ederdim. Ve gittiğinde karşılaşacaklarına aldırmadan geri dönmelisin” Furkan hâlâ aynı bakışlarla bakıyor ve hiç dinlemiyormuş gibi duruyordu. “Allah yardımcın olsun, çabuk dön. Yapacak çok işimiz var. Dönmeyi unutma!” dedi Meran ve Furkan kayboldu.

Oğuz’u kucağına almıştı. Yapacağı şey açıktı. Oğuz’u Meteor Krater girişine bırakacak ve aynı anda geri dönecekti. Ama orda belirdiği anda karşısındaki manzara ona yeni bir sınavın başlamak üzere olduğunu anlattı. Meteor Bölgesi’nin kapılarının çoktan açılmış olduğunu burnuna gelen kan kokusundan, üzerine bastığı cesetlerden ve duyduğu çığlıklardan anladı. “Aman Allah’ım” çığlığının sahibi de ne yazık ki çok yakın birisiydi. Aylin ile göz göze geldikleri o anda, kucağında Oğuz, karşısında Kerem ve Uğur, altında ve her yerde cesetler varken; düşündüğü bir şey yoktu. Ta ki yerdeki değişik bir cesedi görene kadar. Yassı bir ense, dört adet kol ve uzun bir kuyruk…

Meranlar tekrar Eminönü’ne saldırmışlardı ve bu defa ki çok büyük bir vahşetti…

Söz uçar yazı kalır