Tanshaydar'ın Mekânı
Başka bir şey yok

Girizgâh

Ufak bir klik sesinden sonra büyük kitap rafı şaşırtıcı bir sessizlikle döndü ve arkasından iki kişi çıktı.

“Yavaş ol! Kitaplara dikkat et!” diye söylendi kısa boylu ve yaşlıca olanı. Ağzındaki pipoyu çıkartmadan konuşmuştu.

“Tamam, Necmi, tamam” dedi, başlığının altındaki gözleri ışıldayan öbürü. “Geri kalanlar da buradan çıksaydı tün Eminönü’nü ayağa kaldırırdın herhalde?”

Necmi sadece huysuzca homurdandı ve rafları düzeltmeye başladı.

“Ben gidiyorum, sabahın köründe kitap raflarıyla uğraşan biri ancak bir sahaf olabilir zaten” ve Necmi’nin cevabını beklemeden Mısır Çarşısı’nın kapısına doğru ilerledi.

Dışarı çıktığında soğuk bir rüzgâr yüzüne çarptı. Pelerininin iç cebinden bir sigara tablası çıkardı. Kızıl tütünü ince kâğıdın içine koydu, kâğıdı yuvarlamaya başladı ve ağzına götürdü, kâğıdı yaladı ve kapattı. Sigarayı dudaklarına götürdükten sonra parmaklarını şaklattı. Başparmağında oluşan ufak bir alev ile sigarasını yaktı ve parmağının ucuna üfledi, alev söndü. Yeni Cami’nin avlusuna doğru ilerledi; ama merdivenleri çıkarken durdu, arkasını döndü ve oturdu. Sigarasından derin bir nefes çekti. Gecenin en koyu karanlığında sigaranın ucu alevden bir göz gibi parladı.

“Soğuk, değil mi yabancı?” dedi. Hafifçe gülümsedi.

“Endişelenme, orada olduğunu biliyorum. Seni göremiyor olmam orada olduğunu bilmediğim anlamına gelmiyor. Beni tanımıyorsun değil mi? Beni neredeyse kimse tanımaz. Meclistekilerden bile tanımayanlar var.”

Sigarasından derin bir nefes daha çekti.

“Az önce parmaklarım yerine bir çakmak kullanmak isterdim; ama var olan birkaç tanesi anı olarak özel odalarda saklanıyor. Gidip alabilirim; ama anılara saygım var.”

Sigarası bitti ve merdivene bıraktığı izmaritin üzerine basarak ayağa kalktı. Rüzgârda pelerini dalgalanmaya başladı ve Galata Köprüsü’ne doğru yürümeye başladı.

“Evet, yabancı, sanırım merak ediyorsun bu çakmak olayını. Belki de parmaklarımdaki alevi merak ediyorsun. Belki de etmiyorsundur, belki de sen de bir lanet altında yaşıyorsundur?”

Galata Köprüsü’nün yıkılmış ucuna geldi ve gökyüzüne baktı. Milyonlarca yıldız parlıyordu.

“Her şey 1956 yılında başlamış. Başlamış diyorum, çünkü ben o zaman doğmamıştım. 1966 yılında, afetten sonrasında, gözlerini kıyamete açanlardanım ben. Zaten afet öncesinden kaç kişi kaldı ki…”

Çömeldi, bağdaş kurdu ve konuşmaya devam etti.

“1956 yılının 25 Aralık günü, o en muhteşem kıyamet senaryosu gerçekleşti. Güneş Sistemi dışından gelen bir asteroit kümesi dünyaya çarptı. O yıla kadar yapılan dinozorların yok oluşu teorileri gerçeklik buldu ve tüm dünyada inanılmaz bir yıkım gerçekleşti. Ne kadar insan öldü, ne kadar coğrafya değişti bilmiyorum; ama Eminönü yıkımdan bir nebze kurtulmayı başardı. Ama dünya üzerinde başka hayatta kalan var mıydı bilinmedi. Ve kıyamet senaryosu böyle başlamış oldu.

Afetten sonra yıllarca ne olduğunu anlamaya çalıştı insanoğlu. Ama anladığı öyle bir şey vardı ki, o da tüyler ürpertici olan bir gerçekti: Yüzyıllarca masal sanılanların gerçek olduğu. Arzın bilinmeyen derinliklerinde yüzlerce yıldır bizden saklanan komşularımız, artık saklanma gereği duymamaya başlamışlardı. Komşularımız? Canavarlar, saklı türler, masal kahramanları… Kıyamet dünyasını renklendirmeye yetecek kadarını gördüm, daha fazlasını da duydum; ama işin kötüsü, çok daha fazlası bizimle tanışmayı bekliyor.

Afetten önce zaman zaman insanlarla karşılaşmış olan bu yaratıklar, anlatan görgü tanıklarına inanmayan kişilerce masal kahramanı olarak adlandırılmışlar.”

Derin bir nefes aldı, sağ eliyle boynunu sıvazladı. Derin ve eski bir kesik izi ortaya çıktı.

“Ama yakın tecrübelerim bunların hiçbirinin masal kahramanı olmadığını gösterdi bana. Bazıları meteorların açtığı derin yarıklardan çıktı yeryüzüne, bazıları kırılmış mühürlerle serbest kaldı. Ve sonrasında o amansız savaş başladı. Agâh Efendi ilk saldıranı hatırlamadığını söylüyor. Önemli mi kimin ilk saldırdığı acaba? Canavarlar ile insanlar arasında amansız bir savaş başlamıştı bir kere.

Element büyüleri… Yaşlı bir dilbilimci, saklı türlerden bilinmeyen bir şekilde elde ettiği kitabı nasıl olduysa deşifre etti ve ilk element büyüsünü kullanan kişi oldu. Bu büyüler savaşın seyrini büyük ölçüde değiştirdi ve büyücülerimiz böyle ortaya çıktı. Tabi benim çakmak işlevimi gören de bu büyülerden biri artık.

Ama savaşın seyrini değiştiren daha büyük gelişmeler de oldu. Ruhanî değerlerinden afetten sonra bile ödün vermeyen bir Mevlevî gurubu, saklı türlerle bir şekilde iletişime geçerek ruhun ve doğanın güçlerini harmanlamayı başardı ve şifacılarımız da böyle ortaya çıktı.

Ve bu yeni yaşama da ayak uydurduk… Savaşçı, büyücü veya şifacı olmadan yaşamını sürdüren o kadar çok insan var ki şu Eminönü’nde.

Aslında asıl dönüm noktasını söylemedim, silahlarımıza, giysilerimize efsun katmayı öğrendik. Bunu kimin nasıl öğrendiğini bilmiyorum, kimse bilmiyor. Ama şimdi Demirci Rüstem’e sorarsan, yüzlerce efsun sayar size, bir o kadar da yenisi üzerinde çalışıyor.

Sonra aramızda bir gurup, canavarlarla iletişimin sağlıklı olabileceğine, bize fayda getirebileceğine inanmaya başladı. Arzın Çocukları klanı böyle doğdu ve birçok tür ile iletişime geçmeye başladı. En büyük fiyaskosunu da Meran’larla yaşadılar. Herhalde daha büyük bir felaket gelmedi o klanın başına.

Zıt görüşte olanlar da vardı tabi, Lodoslar. Canavarlar sadece yok edilmeliydi onlara göre. Ve daha da kötüsü geldi başımıza. İkinci dünya savaşından sonra insanlar dünya üzerinde birçok barış anlaşması imzalamıştı. İnsan insana kıymayacaktı artık. Ama afetten sonra dayanışmanın yanında, insanın insana kıyması da yerini aldı. Klan savaşlarında birçok usta askerimizi kaybettik. Otuz yılı aşkın süredir bu iki zıt görüş çatışma halinde ve ne yazık ki Eminönü çok zarar görüyor.

Ve tabi Eminönü’nün idare edilişi… Afetten sonra aydınlarımızın sayesinde birçok yaramızı sardık. Bunda Mansur Bey’in fevkalade kişiliğine değinmek gerek. Ne yazık ki o vefat ettiğinde ben daha küçüktüm. Kendisi servetini İstanbul’u korumaya harcayan kahramanlardan biridir.”

Karşıdaki sisli kara parçasına baktı, gözleri hüzün doluydu.

“Ve onun can dostu Kuklacı.” Ayağa kalktı, Mısır Çarşısı’nın yan tarafındaki sokağa doğru yürümeye başladı.

“Kırılan mühürlerden bahsettim değil mi yabancı? Bu kırılan mühürler bazen faydalı da oldu. Kim olduğunu bilmediğim, ama az çok tahmin ettiğim o maskeli yabancı, Kuklacı, celp büyüsünü kullanmayı biliyordu. Asılsız bir efsane sanıyordum; ama değilmiş.” Uzakta, Eminönü kıyısının kenarındaki bir gemi enkazının yanındaki siluetlere doğru baktı.

“Fare Adamlar… Aslında Eminönü’nü korumak için yapılmışlardı; ama işler çığırından çıktı. Yapay zekâ diye bir şey okumuştum, afetten önce onun için de kıyamet senaryoları yazılmış. Sanırım böyle bir şey olurdu.”

Bir binanın önünde durdu. Önündeki demir şeritlerle güçlendirilmiş kapıya baktı. Kapıyı itti, hafif bir gıcırtı ile kapı açıldı ve içeri girdi. Hemen girişin karşısında bir Kurt Adam’ın kafası, cansız gözlerle ona baktı.

“Heh eh… Pek çok büyücü kurt adamlarla teke tek dövüşemez, yetenekten daha fazlası lazım bunun için. Tabi pek çok büyücü normal insanlarla da dövüşemiyor aslında.” Duraksadı. “Normal insan doğru olmadı. Bunlar normal değil. Nasıl bir gurup Eminönü’nün yok olması için çalışır, kendi türünü yer, parçalar, dehşet saçar. Terörizm bu mudur?”

Dişleri gıcırdadı. Sonra dağınık odanın ortasındaki eski tahta masanın üzerindeki kâğıtları gördü.

“Evet yabancı. Burası bildiğin bir dünya değil anlaşılan. Ama kim bilir, belki de yeniden bildiğin dünyaya dönebilir burası da. Bizler teori üretmeyi seviyoruz, millet olarak kanımızda var bu galiba.” Gülümsedi. Sonra bakışları ciddileşti. “Beyaz Köşk bu defa çok gerçekçi bir teori ile geldi ama galiba bu defa her şey değişecek. Tabi önce birilerinin kendini kanıtlaması lazım.”

Kâğıtları eline aldı. Birkaç kâğıda göz attıktan sonra üzerinde bir resim olan bir kâğıda dikkatlice baktı. Kâğıdın üzerinde genç bir erkek resmi vardı. Kaslı veya kalıplı bir yapısı yoktu; ama gözlerinde boyun eğmez bir bakış vardı. “Anlaşılan bir büyücü” diye düşündü. İsmine baktı. “Furkan” diye mırıldandı.

“Nadiren yanılırım; ama bu çocuğun beni yanıltacağı gibi bir his var içimde. Belki de içine kapanan ve yavaş yavaş yok olmaya yüz tutan Eminönü’nün geriye kalan birkaç şansından biridir.”

Kâğıtlara sırasıyla göz gezdiriyordu. Maskeli bir adamın çizimi olan bir kâğıda gelince yine duraksadı.

“Seni bulacağız. Niyetini hiç anlamadım; ama Mansur Bey sana boşuna güvenmemiştir. Aklından neler geçiyordu acaba?”

Kâğıtları toparladı, pelerininin altına sıkıştırdı ve geldiği kapıya dönmeden önce duraksadı. Sol elinin işaret parmağını kaldırdı ve aniden arkasını dönerek kapıya doğrulttu. Çok hızlıydı, her şey bir anda olup bitivermişti. Şimdi havada hafif bir yanık kokusu vardı. Kapının önünde bir şekil yavaşça yere yığıldı.

Yanına geldi, yerdeki insanın (“insan olamaz bunlar” diye düşünerek) miğferini çekip çıkardı. Genç bir kadındı miğferin altındaki; ama saçları birbirine girmiş, yüzü kirden tanınmaz halde ve delice bakışları olan birisiydi.

“Konuşabiliyor musun” diye sordu. Kadın delice bakmaya devam etti, gözleri avına bakan vahşi bir hayvan gibi parlıyordu.

“Anlaşılan, bu, ikimiz için de en iyisi olacak, sadece kötü şans.” dedi ve ayağıyla kadının suratına bir tekme attı. Kadın hemen bayıldı, burnu kan içinde kalmıştı. “Yoksa benim için seni göndermezlerdi.”

“Yine de bir insandı. Bu defa yapamam.” dedi ve Eminönü’nün en işlek ve güvenli yerlerinden birine doğru yola çıktı.

“Unutmadan, yabancı. Bundan sonra tanık olacakların, Eminönü’nün gerçek bir kurtuluş için son umudu. Beyaz Köşk olarak bu kurtuluşu bulabilmek için and içmiştik ve yıllar boyunca yaptığımız fedakârlıklar bu defa bir meyve verecek sanırım.” Makine fiyaskosunu düşününce acı bir şekilde gülümsedi.

“Dua ediyorum ki bu plan işe yarasın, bu yeni dost doğruyu söylüyor olsun ve bu gurup bu işi sonuna kadar götürebilsin. Aksi takdirde…” adımları yavaşladı. Durup gökyüzüne baktı.

“Bu uçsuz bucaksız galaksideki son umut yok olacak.” Ve Mansur Bey’in gizemli varisi, adımlarını hızlandırarak Beyaz Köşk’e doğru ilerledi.

2 şey demişler
  1. Fan artta kazandıgınız eser bu muydu

    barış balaban 16 Ağustos '11 tarihinde | Cevapla

Söz uçar yazı kalır