İlk Far Cry oyununu 2006 civarında orjinal DVD’sini alarak yüklemiş ve bir dönem bana hayatı eziyet haline getiren HP Pavilion laptopumda oynamıştım. Çok eğlenceli bir FPS olmasının yanı sıra, oyunun ilk yarısının insanlara, ikinci yarısının ise canavarlara karşı olması oyun boyunca ilgiyi canlı tutmuştu. Hele ki adalara arasında geçiş, bazen mağaralarda, bazen deniz üzerinde kapışmalara girişmek, hele hele canavarlar ile insanlar arasındaki savaşlara şahit olmak harikaydı.
Çok eğlenerek oynamış, bitince de konu kapanmıştı.
Sonrası malûm. CryTek Ubisoft’tan ayrıldı, motoru alıp götürdü, ama isim hakları Ubisoft’ta kaldı. Ubisoft’ta çok tutan ilk oyunun ismini kullanıp ikinci oyunu yaptı; ama her şey o kadar değişikti ki…
Bir kere canavar veya fantastik bir şey yoktu. Sonracığıma, adalar deniz vs gitmiş, yerine Afrika savanaları gelmişti. Yani biraz… ne bileyim, pek de sıcak karşılanan değişiklikler değildi bunlar. Ama önyargılı olmak yerine, oyuna bir şans vermeye karar vermiştim (ve o zamanlar Left 4 Dead’e ön sipariş verdiğim için korsan yollardan edinmiştim – sene 2008).
Oyun beklediğimden çok daha farlı; ama bir o kadar da harika çıkmıştı. Bir kere harita çok geniş ve her yere hiç yükleme ekranı olmadan ister koşarak ister arabaya atlayarak gidebiliyorduk. Gerilla savaşının ortasında istediğimiz tarafı seçebiliyor, bir tarafla ilişkileri güçlendirip bir yandan da arkalarından iş çevirebiliyorduk. Hele hele bir sürü farklı iyileştirme animasyonu vardı ki, sırf onları görmek için hasar alıyordum. Savanayı ateşe verip rüzgâr yönünde alevlerin ilerlemesini seyretmek, planörlere atlayıp uçarak gezmek, oyun başında seçtiğiniz karakterin hikâyesinde ilerlemek, malaryadan çekilen sıkıntının savaşın en ateşli yerinde kriz başlatması, ve onlarca yan görev…
Far Cry 2’de inanılmaz derecede eğlenmiştim; hatta ilk oyundan daha fazla bile eğlendiğim söylenebilirdi. Ama eksik bir şey vardı. Bir kere, çeşitlilik çok değildi. Sürekli insan öldürüp savaşların ortasında bulunuyorduk. Tamam, sonu daha tatmin ediciydi, seçim hakkı veriliyordu; ama ilk oyundaki mekân çeşitliliği yoktu.
Tabi bir yıl sonra bir röportajda Far Cry 2’nin baş tasarımcısı oyunun toplamda 2 milyondan fazla sattığını ve bundan çok memnun olduğunu dile getirince, ben de memnun olmuştum.
Sonra Far Cry 3 çıktı. Bilgisayarım yetersizdi, başka işlerim vardı, hayat çalkantılıydı, şuydu buydu derken uzak kaldım. Tabi burada yansıtacağım şeyler olmadı bunlar hiç; ama geçen hafta Steam’de Far Cry bundle’ın 18 liraya düştüğünü, sattığım kartlardan da neredeyse o kadar topladığımı farkedince durmadım bastım siparişi. Hem Far Cry 2’yi zamanında korsan oynamış olmanın utancını, hem de Blood Dragon eklentisini görememiş olmanın kırgınlığını atıverdim üzerimden. Far Cry 3’ü denemeliydim.
İlk iki oyunda bana güzel gelen, beğendiğim ne varsa birleştirip üçüncü oyuna koymuşlar. Hem adalar ve deniz var, hem de haritada istediğim noktaya gidebilme özgürlüğüne sahibim. Bununla kalmayıp, bunları geliştirmişler ve çok daha eğlenceli hale getirmişler. Bir kere oyunun açılış sekansı doğrudan insanı içine çekiyor. Fallout serisinin bile zaman zaman başarısız olduğu bir şeydi bu. İyileştirme animasyonları, geniş ve yükleme gerektirmeyen harita, adalar, deniz ve mağralar… Taraf seçme olayı kaldırılmış; ama onun yerine “outpost liberate” etme getirilmiş ki acayip eğlenceliydi. Bir köşeye geçip kamerayla düşmanları tespit ettikten sonra yer şekilleri, binaların yerleşimi, düşmanların tipi ve sayısına göre bir strateji geliştirip saldırabiliyordum. Sonra başıma öyle bir olay geldi ki, gülmekten kırıldım.
Canım az, param az, ortalıkta kaçınırken peşime iki tane komodo ejderi takıldı. Oynadıysanız bilirsiniz, pis şeyler, peşinizi bırakmıyorlar. Bunlar peşimdeyken karşıdan iki tane korsan geldi, dedim hapı yuttum. Kaçtım kenara iki ağacın arkasına. Bu korsanlar komodo ejderlerini gördü beni görmeden önce, onlara saldırdılar, ejderler de bunlara saldırdı. Birbirlerini yediler, ben de ufak ufak fıydım oradan. Oyunun böyle bir rasgelelik sistemi sunmuş olması mest etti beni. İlk oyunda da vardı benzer şeyler; ama rasgele değildi hiç.
Canavar yok belki Far Cry 3’te; ama Afrika’nın vudu şeysi iyi kullanılmış ve oyunun birçok sahnesinde baya baya kafayı bulmuş şekilde enteresan âlemlerde takılıyoruz. Bu da apayrı bir renk katıyor oyuna. Karakter ve hikâye derinliği ise 2. oyunla yarışır ancak, o kadar. Gerçi çok da bir şey beklemedim, tahmin edilmesi çok kolay olaylar zinciri ve seçimler vardı.
Bayıldığım başka bir nokta ise su kenarında dururken suyun içerisinde bir timsahı farketmem ve o anda timsahın beni yakalayıp suyun içine çekmesi oldu. Tabi iki adada bu kadar tropik hayvanın beraber yaşıyor olması oyunda çeşitlilik için olmuş; ama hayvanların avlanmasına denk gelme ve çok müdahil olursanız hedef değiştirip sizi avlamaya başlamaları bambaşka bir ayrıntı olmuş.
Üçüncü oyunda 2’ye göre çok daha fazla yan görev ve bu yan görevlerin daha fazla çeşidi var. Hatta, çeşitli yerlerde hikâyeye bağlı yan görevler bile çıkıyor. Tabi bendeki Deluxe Edition olduğu için belki bunların bazıları DLC’lerle gelmiştir, emin değilim; ama köpek balığı avlamak için bile görev var.
Sanırım 4. oyunda selfie çeken sarışın züppeye bir şans verme vakti geldi; ama gidip de oyuna 175 lira verme gibi bir niyetim yok. Far Cry 3’ü çıkışından bu kadar süre sonra oynamış olmak hiçbir şey kaybettirmedi, hem de orjinal olarak oynamış oldum. Ben Blood Dragon’a geçeyim en iyisi.