Giriş
Normal şartlar altında “testiyi denize daldır, alacağını alır, geriye kalanı kalır” felsefesini benimseyerek, herkesin farklı zevkleri olacağını, farklı şeylerden farklı ölçüde faydalanabileceğini bilir ve dolayısıyla genelleme karşıtı, bireysel görüş ve ‘ilgi farklılıkları’ odaklı bir yol izlerim eleştirilerimde.
Evet güzel kardeşim, ben böyle seviyorum. Bana bu hitap ediyor. Benim baktığım açı bu. diye devam edebilecek bir konuşma bu. Zevklerin ve renklerin tartışılmazlığı saçmalığını hiçbir zaman savunmadığım gibi, tartışılması gerektiğini savundum. Diğer türlü, farklı zevkleri ve renkleri görüp tanımamızın imkânı yok, kaldı ki açık görüşlü insanlar bile her şeyi kendi imkânları ile keşfedemezler. Benim karşı çıktığım her zaman zevklerin ve renklerin empoze edilmesi oldu. Yeşil seven bir insana maviyi dikte etmenin bir anlamı olmadığı gibi, elma seven bir insana çilek dikte etmenin de bir anlamı yoktur dedim hep. Ha, bunların tartışılması ise elma ve çileğin barındırdıkları, faydaları, zararları ve en azından bir kere denenmeleri gibi konular olacakken; empoze edilmesi ya zorla çilek yedirmek ya da çilek yemeyip elma yediği için aşağılamaktır.
Buraya kadar anlattıklarım, ılımlı yaklaşım ve ‘ne anlattığın değil, nasıl anlattığın önemli’ felsefemle özdeşleşiyordu. Yalnız bundan sonrası farklı bir tutum içerisinde devam edecek. Eğer ki kendinizi Otaku olarak tanımlıyorsanız, eleştiriye açık değilseniz bu yazı size bir şey katmayacak. Eğer ki Otaku değilseniz; ama Otaku teröründen çekiyorsanız, size korunma yolları sunabilirim. Her halükârda bir göz atmanızın faydası olacaktır. E başlayalım o zaman?
Genelleme
Eleştiriye açık olup olmamam konusunda çok eleştiri aldım; ama bana fikir ve argüman ile gelen kişileri her zaman öpüp başıma koydum. Üslûp konusunda, kendim de her zaman ılımlı ve sakin olmadığım için karşıdan da aynı şeyi bekleyemem.
Ama bazen gemi azıya alan insanları görünce, ne yapıp ne yapmamam konusunda kararsız kalıyorum. Karşıdaki insanın laftan anlamayacağını bilmek her zaman yeterli olmayabiliyor. Üslûbu sertleştirip hakaret boyutuna varan ithamlarda bulunmak ise sadece seviyesizlik olduğu için bazen susup Allah’a havale etmek gerekiyor. Tabi bunun için de sağlam sinirlere sahip olmanız gerek, ki korkmayın, zaman içerisinde oluyor. Ben bile oldum yani.
Türk insanının genel ilgi ve alâkalarına girmeyeceğim; ama ‘özenti olma’ durumu çocukluk zamanlarımdan beri gözlemlediğim bir tümörken, topluma kanser gibi yayılan diğer bir husus ise ‘çok biliyormuş gibi görünme’ oldu. Bunu farketmem lise yıllarımda oldu, üniversite yıllarımda ise çok feci durumlarını gördüm. Bu ‘özenti olma’ ve ‘çok biliyormuş gibi görünme’ bir araya geldiğinde durumlar çığırından çıkabiliyor.
İşte Otaku sendromu olarak isimlendirdiğim hastalık da bu noktada ortaya çıkıyor.
Otaku nedir?
Otaku, şu anda kullanılan haliyle bol bol anime izleyen, ve izlediği animelerin etkilerini günlük hayatına yansıtan kişilerin kendilerine verdikleri isimdir. Evet, ilginç, genellikle çıkıp da kimse “sen otaku’sun” demez; ama onlar çıkıp da “ben otaku’yum” der.
Halbuki, Otaku (おたく/オタク), Japon menşeili bir kelime olarak belli bir alanda takıntısı olan insanlara verilen bir isimdir. Örnek olarak kelime anlamı kullanıldığında, ben Silent Hill Otaku’su olarak, ya da Java Otaku’su olarak tanımlanabilirim. Ne var ki, menşeinin geldiği ülkede bile Otaku kelimesi genellikle anime ve mangalara obsesif bir ilgi duyan kişilere karşı kullanılıyor.
Orjinal anlamından çıkmış olan Otaku kelimesi, maalesef orjinal anlamını fazlasıyla yansıtıyor.
‘Otaku’lar
Bunu bir sendrom olarak adlandırmamın sebebi, karşılaştığım otakuların genellikle benzer özellikler sergiliyor olmalarından kaynaklanmaktadır. Etrafınızda Otaku olup olmadığını, kullandıkları takma isimlerden (genellikle favori anime/manga karakterleri olur), Facebook gibi sosyal platformlarda gerçek isimleri yerine Japonca isimler yazma, günlük hayatta Japonca kelimeler ve ekler kullanma (-desu), anime/manga karakterlerini her yerde avatar yapma gibi davranış şekilleri ile kendilerini belli etseler de, bu özellikleri sergileyen herkes Otaku değildir, her Otaku da bu özellikleri sergilemez zaten. En çok öne çıkan özellikleri aslında farklıdır.
Otaku’lar, çoğunlukla, hayatın anlamını çoktan çözmüş, aşmış, nirvanaya ermiş kişiler olduklarını zannetmektedirler. Kendi zevkleri, beğenileri, favorileri herkes tarafından kabul görmeli, herkes aynı şeyleri sevmelidir.
İşte olay da burada patlak vermekte zaten.
Ben kendim de bir anime, manga, light novel, visual novel hayranı olarak severek izlemekte/okumakta olduğum bu eserlerin bu şekilde ayağa düşmesinden, tüketici tarafında sınıflandırılmaktan rahatsız olmaktayım; ve şahsen anime izleyen, manga okuyan, light novel okuyan, visual novel okuyan insanları (VN okuyorsa zaten Otaku denmez, büyük ihtimalle hakikaten kültürlü bir insandır) tenzih etmek istiyorum.
Köken
Türkiye’deki otaku sendromu Death Note isimli animenin popülarite patlaması yaşamasıyla başlamıştır. Ben üniversite hazırlıktayken patlak veren Lost hayranlığı beni canımdan bezdirmiş, usandırmışken, bir sonraki yıl başlamadan Death Note’un patlak vermesi travma yaşatmıştır.
Tabi, ben de o zamanlarda Naruto ile başladım. Filler bölümleri atlayarak güncele eriştikten sonra mangasına geçtim, ve sanırım 5 yıldır, nostaljiyi, o güzel, genç ve temiz günlerimi yâdetmek adına halen takip etmekteyim. Tırt Shounen, başka bir şey değil aslında ya, neyse.
Burada çok önemli bir nokta var. Japon kültürünün en dandik örnekleri olan tırt Shounen animeler ve mangalar bile günümüz Türkiye’sinin sunduklarından kat kat kaliteli olduğu için, zaten kaliteli içeriğe aç kala kala körelmeye başlamış gençliğin o yöne yönelmesini oldukça haklı kılmaktadır. Ne var ki, sıfırdan gelip bir, hatta ikiye gelmiş insanlar ne yazık ki orada takılı kalmış, kullanmadıkları için bir sonraki seviyelere geçememişlerdir.
Günümüz
Günümüzün otakuları (2000 doğumlular 13 yaşına geldi be abi…) artık zaten 7-8 yıl öncesinde açılmış olan bu dünyaya giriş yapalı çok olduğu için etraflarına da bu sendromu yaymaktadırlar. Hepinizin etrafında ‘falanca animeyi izlesene çok güzel, harika, vıdı vıdı, bıdı bıdı’ diyen elemanlar vardır. İşte bu elemanların türeyişi ile birlikte boş yetişen gençler de kendilerini bununla doldurma arayışına girerler ve doldurmaya başladıkları anda çok geldiği için takılıp kalırlar.
Kısaca, ‘Otaku’lar, kitap okumayan, film izlemeyen, oyun oynamayan; onun yerine paso anime izleyen, yani hiçbir şekilde literatür ve kültür sahibi olma çabası göstermeyen ve sadece anime izleyerek dünyanın tüm kültürel birikimine sahip olduklarını, level atladıklarını, etrafındakilerden birkaç gömlek üstün olduklarını, hayatın anlamını çözdüklerini zanneden insanlardır. Etrafınızdaki herhangi bir otakuda bu sendromu görmeniz oldukça olasıdır.
Benim okuduğumu hatırladığım ilk kitap, Mark Twain’den Çalınan Taç’tı. 1994’te okumuştum, babam almıştı. 1995’te de ilkokula başlamıştım zaten. Çocukluğum Rus klasikleri üzerine kurulduktan uzun yıllar sonra, Naruto’yu izlediğimde bende ne yeni bir ufuk açtı, ne de hayatın anlamını çözdürdü. İzleniyordu, eğlenceliydi, müzikleri güzeldi, ve… farklıydı. Dostluk, arkadaşlık, azim, hedefe bağlılık gibi suyu çıkmış temaları işleyişi beni etkilememişti. Death Note’un asıl teması olan ‘Bir insan, altından kalkamayacağı güce sahip olduğunda, güç onu yozlaştırır’ (Kontrolsüz güç, güç değildir. ~ Pirelli) teması da defalarca gördüğüm temalardandı. Dolayısıyla hızlıca bunları geçip Elfen Lied, Shiki, Kara no Kyoukai gibi animelere geçmiş, sonrasında Fate/Zero gibi light novel’lara, ve Saya no Uta gibi Higurashi gibi Visual Novel’lara atlamışımdır ve aradığımı fazlasıyla, fazlasıyla bulmuşumdur. Tabi benim şansım, Doruk abi gibi ince eleyip sık dokuyan, kaliteden anlayan, ve kendi literatürünü de okuduğu kitaplara ve izlediği filmlere sağlam oturtmuş bir arkadaşa sahip olmamdı. Benim yaptığım ise onun tavsiyelerine ve gösterdiği noktalara burun kıvırmak yerine bakıp anlamaya çalışmak oldu, ve fazlasıyla faydalı oldu.
Ne varki, hayatında literatür adına ilk karşılaştığı şey Shounen bir anime olan kişi, ilk defa bu kavramlarla geç yaşta bir animede karşılaştığı için, bunun anime’ye özel olduğunu düşünecek, bunu izlediği için geliştiği, olgunlaştığı, ufuk sahibi olduğu yanılgısına kapılacak, daha da kötüsü izlemeyenlerden daha üstün olduğuna inanacaktır.
Bunun en ağır örneği, One Piece izleyicilerindedir. One Piece hayranları sizi bezdirene kadar bu animenin (biraz daha evrim geçirmiş olanları mangasının) ne kadar harika olduğuna, ne kadar ufuk açıcı olduğuna, ne kadar izlenmesi gerektiğine dair kafanızı şişirirler ve siz ‘tamam haklısın, izleyeceğim’ diyene kadar da peşinizi bırakmazlar. Bunun farklı varyasyonları olabilir elbette. Ne var ki, Seinen bir animeyi böylesine överek böylesine kafa si… şişiren bir insan görmedim şimdiye kadar.
Derinlik vs Yüzeysellik
Otaku’lar her ne kadar hayatın anlamını çözmüş gibi davransalar da, vardıkları anlayış seviyesi maalesef Shounen animelerini geçememektedir. En basit örneği ile:
Bu tür AMV’ler Otaku’lar tarafından sanat olarak ele alınmakta, dünyanın gerçeğini öne sürmektedir. Bu anlayış, onlar için nirvana noktasıdır. Halbuki, Suç ve Ceza’nın kısaltılmamış versiyonunu okuyan bir kişi burada okuduklarına ancak gülecektir. Kaldı ki, Nietzsche’den Güç İstenci’ni filan okuduysanız bunlara ağzınızla bile gülemezsiniz.
Yani, buz dağının ancak suyun üstünde kalan kısmı görebilen ve bunu nirvana olarak addeden (buzdağının suyun altında kalan kısmını geçtim, kutuplardaki buzullar var daha…) otaku’lar için daha derin animeler, mangalar ve novel’lar sadece ‘kasıntı’, ‘gereksiz’, ‘sıkıcı’, ‘anlaşılmaz’ olarak addedilecek ve onların kafa şişirerek tavsiye ettikleri şeylerin yanına yine kafa şişirerek nefret kustukları ürünler eklenecektir.
İki Yüzlülük
Burada, Otaku’ların iki yüzlülüğünden de dem vurmak zorunda hissediyorum kendimi. Her ne kadar animelerin ve mangaların ufuk açtıklarından, insanı geliştirdiklerinden, yeni şeyler öğrettiklerinden bahsetseler de, günlük hayatlarında tek yaptıkları şey ‘moe’ ve ‘loli’ fetişistliği yapmak, tsundere ve yandere gibi karakterlere tanrıça gibi tapmaktır. Hatta bunların iyice yozlamış türleri vardır ki, Yuri (lezbiyen) ve Yaoi (gey) animelerle takıntılı hale gelmişlerdir ve bunlarla etraflarına dehşet saçmaktadırlar.
E, peki nerede kaldı o nirvana? Nerede kaldı o ufuk? Nerede kaldı o adanmışlık ruhu? Nerede kaldı o güçlü olma ve güçsüzü koruma? Nerede kaldı o arkadaşları için canından fazlasını verme? Şu sayfalara kısaca göz attığınızda nerede olduklarını göreceksiniz. [1][2][3]
Kibirin yanında, anlayışsızlık da Otaku’ların bir başka genel özelliğidir. Kendi favorilerini size empoze etmek için bin takla atıp ters parendeler ile süslerken, siz bir tavsiye verdiğinizde ‘şunun çakması’, ‘bunun yandan yemişi’, ‘sıkıcı’, ‘sen onu boşver bunu izle’, ‘peh o da anime mi’, ‘sen bunu izle şimdiye kadar ne izlemişim diyeceksin’ (en ünlüsü buydu) gibi tepkiler vererek sizin beğenilerinizin ve tavsiyelerinizin değersiz ve aptalca olduğuna sizleri bile inandırmaya çalışacaklardır.
Dolayısıyla, anlayışlarını böylesine kısıtladıkları için oldukça derin olan, Seinen türünün zirvesine oynayan ürünlere ise akla hayale gelmedik kulplar uyduracak ve tüm nefretlerini kusacaklardır. Mesela Elfen Lied için ‘çıplak hatunların insanları doğradığı’, Higurashi için ‘killer lolis’ (katil lolitalar) diyecekler, ama söz gelimi bir K-ON için toz kondurmayacaklardır.
Buradaki durum, dört işlem yapmayı öğrenmiş bir kişinin tüm matematik evrenini çözüp ona hakim olduğu yanılgısına düşerek, 4 boytulu uzaydaki şekilleri hesaplayabilmek için 3 boyutlu integral yapmayı komik bulması, aşağılaması ile aynı durumdur.
Okumayı yeni öğrenmiş bir çocuğa Komünist Manifesto kitabı verilmez. Onu okuyup anlayacak seviyeye gelmesi için yığınla ön bilgi gerekir. Bu ön bilgiye sahip olunması için basamakların teker teker çıkılması lazım gelmektedir. Aynı şekilde, sembolizm ağırlıklı ürünleri perde perde aralamak için de belli bir birikim gerekmektedir. (Denklem çözmeyi bilmeyen, öğrenmeyen bir kişinin fonksiyonları ve polinomları anlaması imkânsıza yakındır.) Bu birikime sahip olmadan girilen evren okyanustan bir yudum su içip tüm okyanusu içtiğini zannetmekle eşdeğerdir. Kaldı ki, bu yanılgı, birikim sahibi olmayı reddetmeyi de yanında getirmektedir. ‘Otaku’ların kibirleri buradan gelmektedir. “Başka bir şeye ihtiyacımız yok” anlayışı, yeterli temel olmadığı halde bile tek kaynaktan yetersiz beslenme ile devam etmektedir.
Nihayetinde…
Çok şey biliyormuş gibi görünmek yerine çok şey öğrenmeye çalışmak her zaman daha kazançlıdır. “Oldum diyen olmamıştır” sözü ne kadar da güzel açıklar bu durumu. Anderson masalları okuyarak felsefe yapılmayacağı gibi, Shounen anime izleyerek de hayatın anlamı çözülemez. Belli bir birikim sahibi olmadan bazı evrenlere girmek, alacağınız 100 iken 20-25 gibi bir oran almaktır. Bunun en güzel analojisi bir web browser oyununda mevcuttur:
100 level ve 150 level için iki farklı eğitim mevcut, ve bu eğitimlerin sonucunda kazanılan stat puanları oldukça yüksek. Bu eğitimleri her leveldan herkes alabilmektedir. Ne var ki, eğer ki level beklentisini karşılamıyorsanız, alacağınız stat puanı, level beklentisini karşılayanlara kıyasla ancak %25 oranında olacaktır. Yani 1 000 000 defans puanı alacağınız yerde 250 000 defans puanı alacaksınız. Aynı parayı ve zamanı harcayarak…
Otaku’lar halen yükselişteler ve bunun daha ne kadar süreceği belli değildir. İzledikleri Shounen animelerle kafa ütülemeye ve nasıl bir nirvanaya vardıklarını anlatmaya devam edecekler. Siz siz olun, tartışmaya girmeyin, çünkü dinlemeyeceklerdir. Sizin görüşlerinize ve zevklerinize hakaret etme derecesine geldiklerinde yıpranmış sinirler ve bozulmuş bir arkadaşlık dışında kazancınız olmayacaktır. Kısacası, “Tamam, bir ara bakarım.” deyip geçiştirin.
Her zaman seçici geçirgen bir yapınız olsun ve farklı kaynaklardan yararlanmaya bakın. Bir Otaku bile size yeni bir şey kazandırabilir. Nirvana, erişilebilen bir yer değildir; ama her zaman ona yaklaşmanız mümkündür. Her okuduğunuz, izlediğiniz, yaptığınız size bir şeyler kazandıracaktır, ve kazandığınız her şey sizin yanınıza kâr kalacaktır.
Diğer insanların görüşleri sizin için bir önem ifade etmeyebilir; ama bu, onları görmezden gelebileceğiniz veya aşağılayabileceğiniz anlamına gelmez. Birisi, sizin göremediğiniz bir şeyi görmüş, ve bu gördüğünü sevmiş olabilir. Sizin göremiyor olmanız orada olmadığı anlamına gelmez. Hele hele kötü ve aptal olduğu anlamına hiç gelmez.
Bunu en son kendi patronum ile tartışmıştım sanırım. Kendisini kıl etme çabalarıma bir son verip söylediğim son söz şu oldu. “Twilight, gerizekâlı bir kitap olabilir; ama bu, okuyanların gerizekâlı olduğu anlamına gelmez. Ne var ki, okuyup da şimdiye kadar okuduğu en iyi aşk hikâyesi olduğuna inanıp bunu empoze etmeye, kafa ütülemeye çalışanlar gerizekâlı olabilir. Bunu tartışmaya açığım.”
Kendisini dinleme nezaketini gösterdiğiiz insandan sizi dinlemesini beklemek yeterince doğal değil midir? Otaku’ların eriştiklerini zannetikleri zirve belki de kibir zirvesi olduğu için bu beklentilere hiçbir zaman cevap vermeyeceklerdir.
Notlar…
Shounen: Genç erkek, delikanlı, ergen, velet.
Shoujo: Ergenlik öncesi genç kız, velet.
Loli: Yaşları değişkenlik gösterse de, genellikle lise veya daha erken çağındaki genç kız. Ergenlik dönemi ve sonrası.
Genellikle cinsellik ön planda olur. Külotları gözüken frikikli mini etekler, yüksek çoraplar ve gömleğe sığmayan göğüsler en karakteristik resmediş şeklidir.
Moe: Anime evreninin kanseri. Tam bir açıklaması yoktur; ama sanırım kısaca ‘şirinlikten ölme noktası’ diyebilirim. Sevecen bir karakter yaratmakla şirinlikten ölme arasında dağlar kadar fark var; ama insanlar doyumsuz.
Tsundere: İçten içe duygusal ve yumuşak olup dışa karşı katı ve acımasız davranmaya çalışan kişi. Genellikle kezban olurlar; ama Uryuu Minene gibi fevkâlade örnekleri de vardır.
Yandere: Sevdiği kişiye takıntılı bir bağlılık gösteren ve sevdiği kişi ile arasına girecek herkesi gözünü kırpmadan öldürebilen obsesif kompülsif bozukluğu olan kişi. Oldukça sevecen dış görünüşünün altında, sevdiği kişiyi ‘benim olmayacaksa kimsenin olmayacak’ deyip öldürebilir. Genellikle ergenlerin hayalini kurduğu sadık partner idealine oturtulur. Gasai Yuno ve Sonozaki Shion en bilinen örneklerindendir.
Hentai: Anime tarzında çizilmiş çizgi film porno. Sanırım 7. Mühür gibi bir film ile Pirates gibi bir film ‘film’ kategorisine giriyorsa, hentai de anime kategorisine giriyordur.
Son olarak, yaranız yoksa gocunmayın diyorum. Anime izlemeyi sevmek, manga okumayı sevmek, novel’ların içerisinde kaybolmak kötü şeyler değildir. Ben de severim. Ama Death Note izleyip de nirvanaya erdim demeyin, görmemişin çocuğu olmuş kompleksine girmeyin.
Eleştirmek isteyenler için My Anime List hesabım: http://myanimelist.net/profile/Tanshaydar
“Tsundere: İçten içe duygusal ve yumuşak olup dışa karşı katı ve acımasız davranmaya çalışan kişi. Genellikle kezban olurlar; ama Uryuu Minene gibi fevkâlade örnekleri de vardır.”
“Sen bunu izle şimdiye kadar ne izlemişim diyeceksin.”
Döktürmüşsün, düşüncelerime tercüman olmuşsun. Ağzına sağlık, Tansel-kun 😛
Rica ederim-desu(!)
Güzel yazmışsın ama bende bir otakuyum paso anime belirtisi dışında hiç bir belirti yok bende.O tür kendini cok zeki sanan herşeyi bilen tipler kendilerini animelerle tatmin ederler o yuzden otaku olurlar bu ıkı kışılık cok farklı.
Erdem kardeşim burada farklılık söz konusu. Bir şeyi çok sevmek, sürekli onunla vakit geçirmek başka; o şeyin dünyanın en iyi, en güzel şeyi olduğunu idda ederek kafa ütülemek başkadır. Sen burada gelip kendi görüşünü düzgün bir şekilde açıklayacak olgunluğa sahipken, hele ki “ben böyle severim, o böyle sever, olabilir” diyebilecek aranan insanken, otaku sendromunda olduğunu iddia etmek haksızlık olacaktır.
Otaku olunabilir, benim de takıntılı olduğum meseleler vardır. Ama otaku sendromuna girmek bambaşka bir şey.
ay o tsundere kezban benim işte kendimi gördüm,pek güldüm bu yazıya 🙂