Kubbe’nin Altında, Stephen King’in görece daha eski bir kitabı olmasına rağmen, ancak birkaç ay öncesinde bitirebilmiş olduğum bir kitabıydı. Üzerine bir şeyler yazma isteği oluşmadı bende, çünkü her ne kadar güzel bir kitap olsa da, istediğim tarzda değildi.
Kubbenin Altında, daha çok The Mist (Öldüren Sis) tarzında, ama onun da tüm doğaüstü/fantastik öğelerini kaldırarak, nereden geldiği belli olmayan görünmez bir duvar altında kısılı kalan bir gurup insanın yozlaşma ve güç kavasına tutuşma hikâyesini anlatıyor. Korku hikâyesi değil, fantastik kurgu hiç değil. Nietzsche’den Güç İstenci’nin hikâyesel bir dille, ama çok daha basitleştirerek anlatılması gibi olmuş. O yüzden ‘en’lerim listesinde de yerini almadı. Ta ki…
Façabukta takip ettiğim Stephen King sayfasında Under the Dome’un beyazperdeye uyarlanacağını gördüğümde şaşırdım, biraz da kötü hissettim. Bin küsur sayfalık kitabı bir buçuk saate sığdırarak ne yapacaklar demiştim ki, sonrasında dizi olacağını farkettim. Stephen King kitabından dizi ha? Game of Thrones gibi güzel örnekler varken, neden olmasın?
O hafta pazartesi günü premier’i yapıldı bu dizinin; ama dizi başlayıncaya kadar zaten farklı farklı trailer’lar ve bilgiler ile bir izlenim edinme şansına sahip oldum. Kitabın birebir aktarımı yerine, daha farklı bir senaryo ile daha farklı olayların aynı iskelete oturtulması şeklinde bir hikâye izleneceğini öğrenmemle, duygularım biraz değişti.
İlk bölümü izledim, karakter farklılıklarını gördüm, rollerin ne şekilde değiştiğini, bazı sıkıntılarda ne tür çözümler getirildiğini gördüm. İkinci, üçüncü bölüm derken izlemeye devam ettim. Şimdi ilk sezonun sonuna yaklaştık ve Stephen King 2. sezonda yazar olarak katılacağını duyurdu.
Bana pek fazla hitap etmemiş olan kitabın dizisiyle ne kadar hitap edeceği merak kaynağıydı; ama gördüm ki dizi de öyle fazla hitap etmiyor. Daha farklı bir hikâyeyi aynı ortamda görmek elbette güzel; ama her Pazartesi akşamı “Acaba yeni bölüm çıktı mı?” heyecanını yaşatmadı maalesef (Zaten şu aralar o heyecanı yaşatmayı başaran pek bir şey yok ya, neyse).
Game of Thrones gibi bir şey beklemiyordum elbette; ama dizinin prodüksiyon kalitesi oldukça yüksek. Efektlerden çekinmemişler, oyunculuk konusunda oldukça kaliteli seçimler var. Hele ki Big Jim Renny’yi neredeyse kitaptan daha iyi yansıtmışlar. Barbie, Julia, Linda gibi karakterler hem yakışıklı/güzel hem de yetenekli oyuncular tarafından canlandırılmış ve ucuz bir kopya yerine kaliteli bir çizgi yakalanmış.
Ne var ki, Stephen King romanlarında/kısa hikâyelerinde sevdiğim karanlıktan zerre kadar eser yok burada. Kitapta, 15 yıl önce yazmaya çalıştığını; ama sonra bıraktığını, 2000’li yılların başında yeniden işe giriştiğini ve bitirdiğini yazıyordu ki, anladığım kadarıyla kendisi de “başladığım işi bitireyim” düşüncesiyle bitirdi. Yoksa Kara Kule serisinin 40 yıla yaklaşan geçmişini göz önünde bulundurursak, süre ve başlama/bırakma/devam etme döngüsü benzerlik gösteriyor.
Yine de fantastik öğelerden uzak olsun, aşk/seks/entrika/dedikodu dolu olmasın, azıcık da ciddi olsun istiyorsanız, Under the Dome izlenmeye değecek bir dizi olabilir. Kitabı okumuş olmamın bir faydasını göremedim çünkü görebileceğim her şeyi ilk üç bölümde görmüş oldum. Yani kitabı okumadıysanız kaçırdığınız bir şey yok.