Tanshaydar'ın Mekânı
Başka bir şey yok
Kategori: Beyazperde, Eleştiri

Color out of Space – Uzaydan Gelen Renk [Film]

Koyu bir Lovecraft hayranı olduğum beni tanıyanlar tarafından bilinen bir gerçek. Sitenin sol üst kısmındaki logoda da yer alıyor zaten. Hâliyle tüm hikâyelerini yalayıp yuttuğum, uyarlamalarına ise şüpheyle yaklaştığım bu harika hikâyelerin yazarının adı geçtiğinde hem heyecanlanır hem endişelenirim.

Uzun bir süre önce Color out of Space’in filminin yapılacağı konuşulmaya başlandığında da çok endişelenmiş; ama bir o kadar da meraklanmıştım. Maalesef literatürde Lovecraft’ın eserlerini gerçekten anlayan ve bunu gerçek anlamda uyarlamaya çalışan çok az iş var. Bunların kaliteli olanları ise daha da az. Bu konuda daha önce The Void isimli film hakkındaki yazımda uzun uzun konuşmuştum.

Lovecraftian oyun veya filmler bir yana, doğrudan Lovecraft’ın eserlerini uyarlamak da zaten oldukça sıkıntılı bir iş. Buna ciddi şekilde kalkışıp başarısız olan örnek sayısı fazla. Daha birkaç ay önce bitirdiğim Call of Chulhu oyunu üzerine yazasım gelmedi pek bu sebepten ötürü. Fena bir oyun değildi; ama Cthulhu adını taşıma konusunda ne kadar başarılı, tartışılır. Ben tartışmaya çok gerek görmedim.

Konuya geri dönecek olursak eğer, The Color out of Space (Uzaydan Gelen Renk) gibi bir hikâyeninse herhangi uyarlaması bana pek de mümkün gelmiyordu. Olmayan bir renk veya imkânsız bir renk gibi tabirler ile anlatılan bir şeyi, nasıl görselleştirebilirler ki? Ya bir yakınsama yapacaklar, ya da doktorası olduğu hâlde “Cthulhu’ya bi bazuka sallarım görürüm onun Cthulhu’luğunu” diyebilecek kadar angut arkadaşlarım gibi bir yaklaşım sergileyeceklerdi.

Neyse ki, yakınsama yapmayı tercih etmişler. Filmin Blu-ray dağıtımını edinip izledikten sonra yaptıkları tüm tercihlerin de yerinde ve başarılı olduğunu söyleyebilirim.

Çok uzatmadan, direk trailer’ı izlemek fikir verecektir sanırım.

Fragmanda da görebileceğiniz gibi uzaydan gelen renk olarak çingene pembesi seçilmiş. Bu noktada eleştirebileceğim bir şey yok, zira “olmayan” veya “imkânsız” bir renk için görselleştirme sırasında seçilebilecek en uygun renk şeması kullanılmış. Hatta açıkçası renk işini iyi kotardıklarını düşünüyorum.

A 2012 illustration by Ludvik Skopalik showing the well on Gardner Farm with the mysterious colour emerging, central to the story
Ludvik Skopalik – 2012

Lovecraft’ın hemen hemen tüm eserleri için sanatsal çizimler yapan insanlar mevcut. Uzaydan Gelen Renk için de birden fazla sanatsal çalışma mevcut. Bunların çoğu karakalem çalışması olsa da, bazıları biraz daha cesur davranıp renklendirme yapabiliyor.

Bu sanatsal çalışmaların en meşhur örneklerinden birini zaten hemen sağ tarafta görebilirsiniz. Yine de film, görsel olarak beklediğimden çok daha iyi. Gördüğünüz rengin doğal olmadığını ve dokunduğu her şeyi etkilediğini size çok iyi hissettiriyor. Bununla ilgili de filmin yapım notları videolarında biraz konuşuyorlar. İnternette ise genel olarak “It’s pink!” diye tepki gelse de, daha iyisi yapılabilir miydi sorusuna ancak sanmıyorum diyerek cevap verebilirim.

Rengin kendisi hakkında konuşmak bu kadar yeter. Ama şu sahneyi hiçbir kontekst olmadan görmüş olsam, aklıma gelen ilk şey The Color out of Space olabilirdi:

Tabii hikâyenin orjinalinin 1900’lerin başlarında yazıldığını, hikâyenin orjinalinde geçtiği zamanın ise 1800’lerin sonları olduğunu unutmamak lazım. Film ise, uyarlama kelimesinin altını doldurarak aynı hikâyeyi 2000’lere getiriyor. Bunu da oldukça başarılı yapıyor. Ama açıkçası diğer türlü olsa zaten bu kadar başarılı olmazdı.

Orijinal Hikâye vs. Uyarlama

Buraya kadar yazdım-çizdim-ettim ama orjinal hikâyeyi okumadıysanız hiçbiri size bir şey ifade etmeyecektir. H. P. Lovecraft’ın en iyi bilinen eserlerinden biri olan The Color out of Space, kırsalda yaşayan bir çiftçinin bahçesine düşen meteor ve sonrasında meteorun ortadan kaybolmasıyla başlayan süreçte bitki örtüsünün ve hayvanların yavaş yavaş değişmesini, bu değişim sürecinde de çiftçi ve ailesinin deliliğin pençesine düşmesini anlatır. Pek spoiler vermek istemiyorum; ama Lovecraft evreninde uzaydan gelen bir şey varsa, bu normal veya sıradan bir şey değildir, ona emin olun.

Film ise uyarlama olarak 1800’lerin sonunda geçen hikâyeyi 2000’lere taşımak ve karakter sayısını biraz arttırmak dışında birkaç köklü değişikliğe daha gitmiş. Mesela orijinal hikâyede aslında baş karakterin adı Nahum; ama Nathan daha tanıdık ve telaffuzu kolay bir isim, ayrıca hâlen Nahum’a benziyor. Yine aynı şekilde Gardner ailesinin kızları yok, 3 tane oğulları var. İsimleri de farklı. Filmde ortanca çocuk kız çocuğu olarak değiştirilmiş, tabii isimler de yine değişiyor. Orjinal hikâyede Boston’dan gelen müfettişin ismi verilmezken ve hikâye onun ağzından anlatılırken, burada Ward isimli bir subilimci karakter olaya dâhil oluyor.

Başka şeyler de var elbette ama bunları spoil etmek istemiyorum; o yüzden sadece The Thing severler bayram edecek diyeyim.

Bir tık spoiler olabilir; ama ilginizi de çekebilir. Risk size ait.

Film en başta vaktini karakterleri tanıtmak ve onlara derinlik katmak için harcamış aslında. Başka bir film olsa, çok jenerik olmuş diyeceğiniz karakterler burada haklarında hemen fikir edinmenize sebep oluyor. Richard Stanley aynı şeyleri tekrar tekrar anlatmak yerine, zaten sinemada defalarca izlediğiniz karakter arketiplerini biraz kendine yontmuş. Dolayısıyla, jenerik de olsa, yapay değil de daha gerçek karakterlerle karşılaştığınızı düşünüyor, ama asla bir aile veya ergen draması izleyeceğiniz hissiyatına kapılmıyorsunuz. Bence bunu daha fazla yönetmenin yapması lazım, 100 yıllık sinema sektöründe “aynı tip” diyebileceğiniz onlarca karakter görmediniz mi?

Dolayısıyla işin içine oyunculuk ile girmek lazım.

Oyunculuk

Nicholas Cage’in Nathan Gardner karakterini oynayacağını ilk duyduğumda çok şaşırmıştım. Az çok film izleyen hepiniz Nicholas Cage’in oyunculuğunun o istediğinde çok iyi olduğunu, o yüzden filmlerinin ya çok iyi ya da çok kötü olduğunu bilirsiniz. Arası yoktur.

Ama düşününce, sanki bir Lovecraft uyarlaması Nicholas Cage için tam kendi olabileceği bir ortam sağlıyor. Ve filmi izlerken açıkçası Nicholas Cage’in herhangi bir script’e bağlı kaldığını sanmıyorum. Tamamen doğaçlama, tamamen kendisi. Hâliyle bu işi o kadar iyi kotarmış ve filme o kadar çok şey katmış ki, filmi en az iki puan yukarı taşımış. Gerçi… Mandy’den sonra Nicholas Cage’den daha iyi birisi olabilir miydi bu film için?

Yavaş yavaş aklını yitiren Nathan’ı kim daha iyi oynayabilir diye düşünüyorum hâlen…

Nicholas Cage övgüyü hak etmiş, evet; ama Lavinia karakterini oynayan Madeleine Arthur da resmen her sahnede göz dolduruyor. Sadece göz doldurmakla kalmıyor. Açıkçası, nereden bulduğu bilinmeyen Necronomicon kitabının da sahibesi aynı zamanda.

Madeleine ablamız filmin parlayan yıldızı.

Diğer oyuncular da oldukça iyi, inandırıcı, ve göz dolduran bir performansa sahip olsa da, Madeleine ile Nicholas Cage beraber filmi alıp götürmüşler desem yeridir. Yani şu kadarını söyleyeyim, bir Lovecraft filmi olmasaymış, veyahut da doğaüstü bir film olmasaymış da sadece bir aile dramı olsaymış yine izlenirmiş.

Ama tabii… Lavinia karakterinin elinde Necronomicon gördüğümüz birkaç sahne ve filmin doruk noktasındaki olayların ortasında yer alması ile takdire şayan bir performansı görmezden gelmezlik olmaz. Film, doruk noktasına ulaşırken adım adım daha Lovecraftian hâle gelip artık hiçbir şeyin normal olmadığı ve açıklanamadığı bir noktaya geldiğinde Lavinia karakteri “gören” tek karakter oluyor. Yeri gelmişken…

Film, Ne Kadar Lovecraftian?

Bu yazımın en başında değindiğim meseleye geri dönmem gerekiyor. Benim gibi bir Lovecraft hayranı, hatta fanboyu iseniz, bu filmin Lovecraftian uyarlama kısmında oldukça başarılı olduğunu görmeniz mümkün. Seyir zevki açısından oldukça tahmin edici; ama belki bir tık daha genel izleyici kitlesine doğru yontulmuş olduğu eleştirisi getirebilirsiniz. Şahsen Lovecraft hikâyelerinden zerre anlamayan yapımcıların kendi ürünleri içerisine serpiştirme ve popülariteden nemalanma çabası yerine, bu tarz bir uyarlamayı her zaman tercih ederim.

Sonuç olarak, harika bir film diyemem; ama hakkını vermiş mi? Vermiş.
Film bu anlamda tam bir Lovecraft uyarlaması. Hatta belki doğrudan H. P. Lovecraft’ın hikâyelerinden yapılan uyarlamalar arasında en iyisi olabilir.

E bu kadar iyi demişken… Düşündüm de, orijinal hikâyede Necronomicon’un bahsi bile geçmezken, bu filmde birkaç defa kör göze parmak yapılmış, hatta Lavinia karakter bu kitabı okuyup uyguluyor bile. Başka neler var kaçırdığım?

Filmin doruk notkası yaklaştıça delilik de zirveye tırmanıyor…

Biraz varmış…

  • Yukarıda bahsettiğim gibi, orijinal hikâyede 3 çocuğun üçü de erkek. Burada ortanca çocuk kız çocuğu olmuş ve ismi değişik. Ama bu isim seçilirken biraz ayrıntı mevcut. Richard Stanley, bir sonraki uyarlamada The Dunwich Horror’u uyarlamak istediğini söylemişti. Lavinia’nın adı ise The Dunwich Horror’un orijinal hikâyesindeki Lavinia Whateley‘e gönderme.
  • Televizyonda hava durumu izlerken gösterilen kasabalar arasında Miskatonic, Dunwich, ve Arkham’ın da olması güzel dokunuştu. Arkham adını sadece Batman oyunlarında duyan bir cahil (!) değilsiniz diye umuyorum.
  • Amerikan yerlisi (Kovboy ve yerlilerdeki gibi yerli) belediye başkanı. Lovecraft’ın feci seviyede ırkçı olduğunu bildiğim için bazı hikâyelerinde zenci, yahudi, ve yerlilere sıkıntılı yerler veya açıklamalar verir. Bu filmde de yerli bir belediye başkanının gözümüze birkaç kere sokulması ve dahası silinmiş sahnelerde bile yer alması garip. Sonraki Lovecraft adaptasyonu filmlerde de görür müyüz acaba?
  • Subilimci Ward’ın ilk görüldüğü sahnede üzerindeki tişörtün Miskatonic Üniversitesi tişörtü olması.
  • Wark News kanalının logosunun Elder Sign’a benziyor oluşu.

Bunlar dışında henüz fark ettiğim bir ayrıntı mevcut değil, bulursam eklerim, veya sizin bulduklarınız varsa ekleyin.
İlk yorumda MrvKrt’un eklediği ve benim unutmuş olduğum ayrıntılar için teşekkürler.

Lovecraft Bilmeyenler İçin?

Bu konuda konuşmak çok zor. Lovecraft hayranı olmayan veya hiç okumamış insanlar için filmin çok bir şey ifade etmeyeceği, veya yeteri kadar albenisi olmadığı konusunda görüşler yoğunlukta. Buna tam olarak katılmamakla beraber, bu kesimin bu filmi benim gibi heyecanla beklemesini veya heyecanla izlemesini beklemiyorum. Yine de, genel olarak doğaüstü, bilim kurgu, fantastik kurgu, ve en önemlisi korku filmi sevenler açısından güzel bir yapım olarak karşılanma ihtimali yüksek.

The Thing (1982) filmi de aslında Lovecraftian bir filmdir. Ama filmin öne çıkan kısmı ve çok beğeni toplayan atmosferi Lovecraftian olmaktan bağımsız. Yani, onu seven bunu da sever ve Lovecraft bilmek veya sevmek zorunda değil diyebilirim.

Sonuç Olarak

Enteresan bir şekilde yönetmen Richard Stanley’in rahmetli annesinin de Lovecraft hayranı olduğu bilgisini eklemek lazım buraya. Yönetmen, The Color out of Space hikâyesini daha çocukken okumuş ve çok etkilenmiş. Annesi kanserden vefat etmeden önce ise hasta yatağında annesine aynı hikâyeleri tekrar okumuş. Dolayısıyla yönetmenin hayatında Lovecraft’ın yeri ve anlamı büyük. Bu hikâyeleri anlama ve uyarlama konusunda istekli ve yetenkli bir yönetmen ile karşı karşıyayız ve açıkçası filmi sert eleştirmeye niyetliyken, izledikten sonra sözgelimi bir The Void‘i eleştirdiğim gibi eleştiremeyeceğimi fark ettim. Bunun en büyük sebebi, yönetmenin bir şekilde “Lovecraftian” bir sinematografi yakalamayı başarmış olması.

Film hakkındaki görüşlerim hâlen taze, ve açıkçası tekrar izleyesim var. Belki bir arkadaşla, belki de canım sıkıldığı bir akşam, tekrar izleyip görüşlerimi güncelleme niyetim mevcut. Ama o zamana kadar, Color out of Space, şimdiye kadar film olarak yapılmış en iyi Lovecraf uyarlaması demekten geri çekmeyeceğim kendimi. Hem prodüksiyon kalitesi, hem oyunculuklar, hem müzik, hem de böyle bir işe cesaretle girip ciddiyetle bitirdikleri için övgüyü hak ediyor. Lovecraft fanları için 10 üzerinden 7-8 gibi notları rahatlıkla görecektir.

En küçük çocuk ise The Haunting of Hill House dizisindeki Luke karakterinin çocukluğunu oynayan Julian Hilliard isimli tatlış.

Unutmadan ekleyeyim, yapımcı firma 2 yeni Lovecraft uyarlaması için yeşil ışık yakmış. Richard Stanley, bir sonraki Lovecraft uyarlaması olan The Dunwich Horror için çalışmalara başlıyor. Umuyorum ki çıtayı bir tık daha yukarı taşıyarak Lovecraft evrenini daha büyük kitlelere ulaştıracak, yıldızların tekrar aynı hizaya geleceği o meşhum günde Ulu Eskiler tekrar uyandığında ilk aklını yitirenlerden olacaktır.

Canavarlarımın birçoğu kozmik anlayışımı tatmin etmekte başarısız – “Uzaydan Gelen Renk”teki anormal derecede renkli varlık ise gurur duyduklarımdan biri.
~ H. P. Lovecraft
8 şey demişler
  1. Lovecraft’ın The Whisperer in Darkness ve Shadow Over Innsmouth’dan sonra en sevdiğim hikayelerinden biri olan Color Out of Space’in film yapılacağını ve oyuncular arasında da Nicolas Cage’in olduğunu öğrendiğimde ortalama ile vasat arası bir film beklentisi içerisinde girmiştim. Zira senin de bahsettiğin gibi hem 1800’lerde geçen bir hikayeyi günümüze nasıl uyarlayacaklarını hem Nicholas Cage’in nasıl bir performans çıkaracağını hem de nasıl bir “renk” algısı ortaya koyacaklarını merak ediyordum. Zira 2010 yapımı olan Die Farbe’de hem bütçeden hem de kısa film tarzı, indie bir yapım olmasından dolayı siyah beyaz, risksiz bir tercihle konu anlatılmıştı. Color Out of Space (2019)’i izlediğimde renk paleti seçiminin oldukça iyi bir tercih olduğunu düşündüm. (Özellikle Blu-Ray ile tam bir renk şöleni yaşatıyor) Zira Natalie Portman’ın Annihilation (2018) filminde de benzer bir renk tercihinde bulunulması, bana “uzaydan gelen” kısmını çok iyi aktarmış oldu. (Kaldı ki bence Annihilation da Lovecraft-vari bir film kabul edilebilir.)

    Oyunculuklar kısmına tamamen katılmakla birlikte anneyi oynayan Joely Richardson’ın duyguları iyi yansıtamadığını düşünüyorum. (Özellikle *malum* sahnelerde) Fakat onun dışında senin de bahsettiğin gibi Cage ve Madeleine Arthur’un performansları oldukça iyiydi.

    Filmde en çok beğendim unsur ise “kör göze parmak” misali gösterilen Necronomicon bir yana; hava durumu sahnesinde sıralanan Arkham, Dunwich, Miskatonic şehirleri, aynı zamanda röportajı yapan Wark News kanalının logosunun “Elder Sign”‘a benzemesi, Ward’ın Miskatonic Üniversitesi tişörtü gibi HPL evrenine yönelik ufak göndermeler oldu.

    Fakat filmde, Nathan Gardner’ın neden babasından neden bu denli sık ve kötü bahsettiğini anlamadım. Sanki bir yere gönderme gibi duruyor ama şahsen bir çıkarımda bulunamadım. Belki de Richard Stanley bir Lovecraft Sinematik Evreni oluşturmayı başarabilirse, bir açıklama bulunabilir.

    Son olarak, eski tarz film yazıların ile tekrar dönüş yapmana çok sevindim. Okuması keyifli bir yazıyı bir çırpıda okudum, teşekkür ediyorum.

    MrvKrt 5 Mart '20 tarihinde | Cevapla
    • Bu yazının otomatik olarak LinkedIn üzerinde paylaşılan gönderisi altında Die Farbe üzerine uzun uzun tartıştık 😀

      Benzer bir argümanı ben de sundum. Açıkçası, Lovecraft uyarlamalarının siyah beyaz olması ve sanatsal bir yaklaşım ardına sığınması bana artık itici gelmeye başladı. 1930’da yazılmış ve 1800’lerin sonunda geçen bir hikâyeyi ille de 1930’da çekilmiş gibi gözüken bir filmde göstermeye gerek yok. Adı üstünde, uyarlama. Bu uyarlamayı yaparken cesur davranmak lazım. Diğer türlü ne risk al, ne cesur davran, ne yenilik getir, orijinal materyali olduğu gibi al yansıt. Oh ne güzel. Sonra film yaptık diye gez.

      Ha, Die Farbe ve The Whisperer in Darkness’ı izlerken çok sevdim ve çok keyif aldım, bunu inkâr edecek değilim. Ama aynı gönderi altında dediğim gibi, 1930 dedektifi görmekten de bıktım. Biraz yenilik, biraz yorumlama, biraz da sadakat istiyorum.

      Bu yazıda da, yine LinkedIn gönderisi altında değindiğim gibi, Die Farbe ile Annihilation’u da konuya dâhil etmeyi düşündüm açıkçası. Annihilation, orijinal materyal olarak pek Lovecraftian olmasa da, film uyarlaması olarak oldukça Lovecraftian, ve dünya genelindeki Lovecraft fanları tarafından The Color Out of Space’e en yakın uyarlama olarak kabul görüyor. Reddit ve diğer platformlarda çok övgü aldı. Hatta basit bir Google araması yapınca, yani Annihilation Lovecraft yazıp arayınca, 1 milyondan fazla sonuç var.

      Ama niyeyse, bu yazıyı yazarken ne Die Farbe’ı, ne de Annihilation’u katmak istemedim. Hatta The Void’ten bahsederken bile çok çekimser kaldım. Bilemiyorum, bu filmde bir şey var, ve bu beni hem sert eleştiriden, hem de karşılaştırmalardan alıkoyuyor. Belki filmin yapım aşamasının anlatıldığı videoda Richard Stanley’in halleri beni derinden etkiledi. Belki The Thing yaklaşımını çok sevdim. Belki tekrar izlediğimde bunu yakalayabilirim. Belki de hiç anlayamayacağım…

      Ayrıca anne karakterinin olaya bu kadar uzak ve yabancı kalmasını anlayabiliyorum aslında. Aslında kızının, yani Lavinia’nın, büyümüş hâli. O küçük kasabadan uzaklaşmak isteyerek büyümüş, sonunda bunu başarmış, bir kariyer kurmuş, başarıya ulaşmış; ama kaderin cilvesi ile tekrar başladığı yere geri dönmek zorunda kalmış birinin duygusuzluğu var. Tabii biraz içselleştirme yapmış olabilirim. Oyuncunun bunu daha iyi anlatmak için yapabileceği bir şey var mı, onu da bilmiyorum. Sonuçta “back to square one” hissiyatı genellikle vurdumduymazlık, hissizlik, tepkisizlik olarak ortaya çıkıyor. En azından ben öyle gözlemledim. Nathan karakterinin babası ile olan problemi ise açıkçası çok jenerik. Silent Hill Homecoming’te de Alex’in babası ile olan problemi gibi. 1980 ve sonrasında doğan tüm erkek çocuklarının problemi gibi… Babaya karşı diklenme, kendi ayakları üzerinde durma isteği, babanın tüm öneri, tavsiye, ve uyarılarını kulak ardı etme, meydan okuma, ve 30’lu yaşlar sonrasında dönüp dolaşıp babanın dediğine gelme ve bunu kabullenememe. Özellikle Nathan’ın bir bardak viski koyup (pembe buzlu), öyle değil mi baba deyişi benim için baya empati kurabileceğim bir sahne oldu.

      Bu arada hava durumu kısmında ayrıntı eklerken Dunwich’i yazmayı unutmuşum, bir ekran görüntüsü ile güncelleyeyim. Ayrıca Wark News kanalının logosunu filmi izlerken gördüğümde direk çakmıştım; ama yazıyı yazarken unuttum, onu da ekran görüntüsü ile ekleyeyim. Tişört meselesini filmi izlerken bile unutmuştum artık. Çok teşekkür ederim bunları hatırlattığın için.

      Üzerine böylesine yazılası bir film yaptığı için direk Richard Stanley’e teşekkür etmek lazım. Yoksa 2019 gibi 2020’yi de boş teneke olarak geçirebilirdim 😀

      Tanshaydar 6 Mart '20 tarihinde |
  2. Aaaaa Tansel abi dönmüşsün uzun zaman oldu hoş geldin abi beklemekten yorulmuştuk özledik seni.

    Hüseyin Özcan 19 Mart '20 tarihinde | Cevapla
    • Ayak üstü iyi laf soktun 😀

      Açıkçası askere giderken ve geldikten sonra tamamen mağarama çekilmiştim, yeni yeni çıkıyorum diyelim 🙂

      Tanshaydar 20 Mart '20 tarihinde |
  3. Yok ya abi laf sokmak değil Gerçekten özledim diğer yayıncılar ya da benzeri işi yapan insanlar sıkıyor beni.Ne lovecraft biliyorlar ne ne korku edebiyatı.Bir oyunu oynasalar bile yüzeysel yaklaşıyorlar tüketip geçiyorlar hemen.Biz senin derin derin incelemelerini seviyoruz yeniler bize göre değil.Zaten 21 yaşındayım sh türkiyede zamanlarından beri seni takip ediyorum.Seninle büyüdüm diyebilirim dilerim hep buralarda olursun abi Sayende Lovecraft gibi bir deha ile tanışmakla kalmadım kitap okumayan ben pek çok dünya klasiğine giriş yaptım.Belki farkında değilsin ama sayende edebiyatı seven korku edebiyatına yönelen insanlar var.Keşke aktif bir youtube kanalı açsan diyeceğim ama vaktin olacağını hiç düşünmüyorum.İyi günler abi.

    Hüseyin Özcan 23 Mart '20 tarihinde | Cevapla
    • Takılıyorum güzel kardeşim bakma sen bana 😀

      Sağolasın güzel sözlerin için. Bir faydam dokunduysa ne mutlu bana.
      Bakma, ben de bu sevdiğim şeyleri paylaşacak ve benim gibi bakabilecek birileri bulamadığım için yazmaya başladım zaten zamanında. Yani Silent Hill sevenler işin geyiğinde veya popülaritesindeydi, kimse James’in çektiği acıyı takmıyordu. Lovecraft desen, “Cthulhu’ya bi bazuka sallarım” diyen veya ahtapot kolu görünce hentai muhabbeti çeviren tipler vardı. Stephen King, Poe filan desen yine aynı. Anlamak, ayrıntısını görmek için çaba sarf etmek istemiyor kimse, zor geliyor, üşeniyorlar.

      Ben de 31 yaşındayım şimdi. Çocukluğumdan beri hep böyle genele hitap etmeyen şeyleri sevip, onlarla ilgilenip bu yaşa geldikten sonra zaten paylaşacak insan aramayı da bıraktım. Arada edindiğim birkaç dostumla da iletişimim zamanla koptu, iş güç malum. Bir noktada da millet ne der kafasından çıkınca, hâliyle içimden nasıl geldiyse, nasıl gördüysem öyle içimi döküyorum buradaki yazılara da. Belki de birilerine beğendirme derdim olmadığı için daha rahat oluyorum. Ama arada hâlen böyle benimle aynı bakabilen insanlar görmek beni mutlu ediyor. Sağol varol.

      YouTube meselesini arada ben de düşünüyorum da, uzun uzun yazmayı sevdiğim gibi, uzun uzun konuşmayı da seviyorum, o yüzden pek uygun bir platform değil belki, hani biraz beğendirme derdi de girerse işin içine aynı tat olmaz. Ha bir de yazma kısmını da biraz toplamam lazım önce. Askerden geldiğimden beri hayattan aldığım keyif biraz azaldı, hem onu toparlıyorum, hem de yaptığım işlere, projelerime, sevdiğim diğer konulara yavaş yavaş dönüyorum.

      Tanshaydar 24 Mart '20 tarihinde |
  4. Sen burada olduğun sürece ben de burada olacağım Tansel abi eminim pek çok takipçi arkadaş vardır benim gibi düşünen.Az olalım ama nitelikli olalım.Youtube konusu da saglık olsun abi biz okumayı daha çok seviyoruz zaten

    Hüseyin Özcan 27 Mart '20 tarihinde | Cevapla
    • Sağolasın güzel kardeşim.
      Blogu açalı 12 yıl oldu, kısmetse bir 12 yıl daha devam 🙂

      Düşününce, blogu açtığımda 19 yaşındaymışım, yani eski yazılara baktıkça kendi adıma utanıyorum bazen. Bir 12 yıl sonra bu günlere bakınca ne olacak bakalım 😀

      Tanshaydar 28 Mart '20 tarihinde |

Söz uçar yazı kalır