Aylar önce, Kayıp Sembol’ün Lost Solomon kod adıyla Eylül’de orjinal dilinde çıkacağını şuradaki blog girdim ile duyurmuş, hatta İngilizcesini okurum diye de hava atmış(t)ım.
İngilizcesinin PDF formatı uzun süre önce elime geçti, okumaya başladım; ama eski kafalı olduğumdan elimde kâğıt hissetmeden olmayacağını anlayarak kitabı almaya karar verdim. Madem kitabı alacağım, almışken Türkçesini alayım da indirim olur, ucuza denk getiririm dedim. Yaparız, hallederizler birbirini izledi. Kitap yalan oldu. Sonunda, 2010’un ilk günlerinde bir dostum bana kitabın kendisini hediye etti; ve kitap hem 2010’un ilk hediyesi, hem de ilk kitabı oldu. Finallerim bitmeden biraz okumaya başladığım kitabı evde olduğum süre zarfında bitirdim. Gördüm ki, aylar önce bir tek “Solomon” kelimesinden yola çıkarak yürüttüğüm tahminler doğru çıktı. İster inanın, ister inanmayın, buna üzüldüm…
Dan Brown artık kendini tekrar etmeye başladı. Bu kitap, onun beşinci kitabı olmasına rağmen artık tarzını tamamen çözmeyen kalmamıştır sanırım. Formül şu:
– Bir adet erkek başrol (Genelde Robert Langdon oluyor bu kişi)
– Bir adet kadın yardımcı başrol
– Bir adet kilit rol oynayan özel servis görevlisi (Bu kitapta Inoue Sato)
– Bir adet soğukkanlı, kötü; ama aslında kötü olmayan, kutsal(!) bir amacın peşinde koşan katil ve/veya kötü karakter
– Tuz, karabiber
Her kitapta kötü adamın gerçek kimliğinin açığa çıktığı vurucu gerçek bile artık büyüsünü yitirmiş. Öyle ki, daha kitabın ortalarında gerçeği gördüm. Bunu bilerek okuduğum bölümlerde heyecanımı bir nebze kaybettim maalesef. Dediğim gibi, yazar artık “tahmin edilebilir” hale gelmiş. Üzücü. Bir sonraki kitabı büyük bir heyecan ile beklemiyorum.
Bir diğer konu ise, sürekli Hristiyanlık ile bilimi karşı karşıya getirip arada köprü kuran Brown, bu kitabında beklediğim gibi Musevîlik ve İslâmiyet’i de katmış. Yazık ki, Musevîlik ve Hristiyanlık İslâmiyetin üzerinde tutulmuş; Tanrı ve Tanrılık kavramları İslâmiyet ile tam olarak uyuşmasa da “bir şekilde” uydurulmuş. Kısaca tüm dinlerle aynı kefeye konulmuş. Bunun iki açısı var. Batı Hristiyanlığının Roma Kralının İznik Konsülünde yazdığı bir din olması dolayısıyla, kutsal kitabı peygamberinin hayatta olduğu zamanda yazılmış İslâmiyet ile aynı kefeye konulması beni oldukça rahatsız etti. Ayrıca insanın tanrısallaşmasının “fazla abartıldığı” ve Kuran’da “Biz sizi en güzel şekilde yarattık” diye başlayan ayetin ve benzerlerinin tefsir edilmesi(!) bir başka rahatsızlık kaynağı oldu. Kayıp Kromozom‘un üzerinde durduğu “batının tanrısallaşma, ölümsüzleşme” tutkusunun izlerini kitapta açıkça görebildiğim gibi, her fırsatta insanın ölümlü olduğunu vurgulayan İslâmiyet’in bile bu tutkuya bir şekilde âlet edinilmiş olması canımı oldukça sıktı.
Doğru olan noktalar yok mu hiç? Elbette var, hem de yanlış noktalardan daha fazla. İnsanın yücelmesinin, kendi potansiyelini ortaya çıkarmasının ancak kendi içine yönelmesi ile olacağının vurgulanması iyi işlenmiş. Dinlerin ortak noktalarının ön plana çıkarılarak “farklılıkların değil, benzerliklerin” önemli olduğunu söyleyerek medeniyetler çatışmasına körükle gitmemiş. Bu açıdan güzel.
Bir başka nokta, yazarın konuyu İstanbul’a getirerek sadece “Soğanlık Cezaevi/Kartal” ile sınırlı bırakması beni hayal kırıklığına uğratmasa da, biraz üzdü. Melekler ve Şeytanlar’da Vatikan’ı kendim gezmiş gibi olmuştum, bir benzerini de gerçekten kendi gezdiğim bir şehir için yapacağını düşlemiştim. Olmadı, sonraki kitaplara inşallah.
Son olarak, kitabın genel konusu beni içine çekti. Yıllar önce ezoterizm ile çok ilgilenmiş, üzerine birkaç kitap okumuştum. Dolayısıyla üzerinde bilgi sahibi olduğum bir konunun işlenmesi aldığım zevki katladı. Masonluk konusundaysa yıllardır süregelen komplo teorilerinin bir nebze azalacağını ümit ediyorum. Gördüğüm kadarı ile zaten bilmediğimiz pek bir şey yok. Bilmediğimiz bir şey olmadığı gibi yapabileceğimiz bir şey de yok galiba 😛 Her neyse.
Robert Langdon sonunda aramıza katıldı mı, onu anlayamadım; ama bilim ve din Brown’ın hiçbir kitabında olmadığı kadar yakınlaştı ve hatta belki aralarındaki eksik köprü “noetik bilim” ile kurulmuş oldu. Artık din ile bilim çatışır mı, karşı karşıya gelir mi; yoksa aralarındaki eksik köprü kurulmuş olduğundan bir bütün halinde mi devam eder bilemeyeceğim; ama bilim ve din çatışmasında din olarak Hristiyanlığı baz aldıkları sürece orta çağda canı çok yanmış bilimin öyle kolay kolay uzlaşmaya yanaşmayacağı ayrı bir gerçek. Ortadoğunun bilim adamlarının aynı zamanda büyük din adamları olması neden hiçbir zaman bilim ve din çatışmasına materyal olarak sunulmaz da Einstein’in tek tanrı inancına sahip olması konusunda ısrar edilir onu da hiç anlayamadım. Tabi bu konuların benim üzerime vazife olup olmadıkları da ayrı bir tartışma konusu(!).
Unutmadan, Dijital Kale’ye gönderme yapılmış olması (‘sincere’, üzerinde mum olmayan) ayrı bir tebessüm etmeme sebep oldu. Tabi Brown’ın sıradan bir gerilim romanında okudum demesi nasıl bir ironiydi onu çözemedim.
Son olarak kitabı okumuş olanlara benden bir bulmaca, bu dizelerdeki Antik Gizem’i çözün bakalım:
İlim ilim bilmektir
İlim kendin bilmektir
Çün kendin bilmezsen
Bu nasıl okumaktır
Kitabı beğendiğine sevindim aziz dostum 🙂 yakınlarda bende okuyacağım. Masonluk kabak tadı vermeye başladı bu arada 😀