Bu yazı bir oyun incelemesi olmayacak. Elbetteki oyun hakkındaki görüşlerimi paylaşıyor olacağım; ama ilk oyun üzerine de bir inceleme yazmamıştım zaten. Blogumdaki yazıların ekseriyetle sinema ve oyun eleştirileri hâline gelmesi beni rahatsız etmiyor olsa da, piyasada milyon tane incelemesi olan oyuna bir inceleme daha eklemek yerine her zaman yaptığım gibi biraz daha farklı bir açıdan yaklaşmak ve bu oyunu neden bu kadar çok sevdiğimi anlatmak istiyorum.
Evet, The Evil Within 2’ye bayıldım. Hatta üçüncüye oynarken Classic Mode ile oynadım 🙂
Kemerleri bağlayın, STEM içine doğru bir yolculuğa çıkıyoruz.
Şimdi, ufak bir hatırlama yürüyüşüne çıkıyoruz önce. Resident Evil serisi hakkında birkaç defa yazdım (Bu yazıyı yazmaya başladığımda Resident Evil 7’yi oynamamıştım…). 1998’den beri hayatımda –özellikle kâbuslarımda– olan bu serinin yaratıcısı (aynı zamanda Dino Crisis’in de yaratıcısı) Shinji Mikami. Hatırlamayanlarınız için, Resident Evil 4 gibi efsanevi bir oyunu yaptıktan sonra Shinji Mikami oyunun çıktığı platforma (GameCube) özel kalmasını istiyor (exclusive). Bu Japonlardaki exclusive fetişini zaten anlamış değilim; ama işte adam yapmış, istediği gibi de ayarlar demekten başka da bir şey yapamıyorum. İşin sarpa sardığı nokta, “Bu oyun GameCube dışında bir platforma çıkarsa işi bırakırım“, “kafamı keserim“, “başka konsola çıkarttıranı sevsinler!” şeklinde çıkışları oldu. Shinji Mikami, Capcom için vazgeçilmez olduğunu düşündü (30 yaşına yaklaşırken hâlen ara ara benim de düştüğüm bir hata olsa da, Hideo Kojima bile aynı hataya düştü yani, işin özü, hiçbir firma için hiçbir zaman vazgeçilmez değilsiniz.); ama 2006 sonrasında Resident Evil 4 konsol manyağı olunca (oyun tarihinde bu kadar re-release olan başka oyun yok herhalde zaten, Android’e bile çıktı be!) baya baya adam işi bıraktı ve çekip gitti. Resident Evil serisinin zaten kendini toparlamakta zorlandığını gördük. Gerçi 7 baya iyiydi.
Sonra ne oldu? Mikami amca Suda 51 diye bir oyun stüdyosu kurdu. Hatta Akira Yamaoka ile bir araya geldiler, Shadows of the Damned‘ı yaptılar. Artık on milyon yıl sonrasında evrimsel süreç sonunda rafımda bir Play Station 3 oluştuğu için yakında bu oyunu da oynayacağım; ama çıktığı dönemlere geri gidersek, Akira Yamaoka’nın Konami’den ve hâliyle Silent Hill’den ayrıldıktan sonra iki devasa ismin bir araya gelmesinden ortaya çıkacak oyunun daha bir… ne bileyim, efsanevî (?) olması gerekiyordu. Her neyse.
Shinji Mikami The Evil Within‘i duyurdu ve biz eski Resident Evil ve genel olarak korku oyunu tutkunları, nefeslerimizi tutup bekledik. Zira Resident Evil serisinin korkudan aksiyona geçişi, Silent Hill serisinin Konami elinde yavaş ve acılı bir şekilde can verişi, Dead Space’in EA’nın kucağında olması gibi sebeplerle büyük çaplı korku oyunlarının varacağı nokta tamamen Mikami amcanın elinde gibi görünüyordu. (Alien: Isolation’ı yok saymıyorum merak etmeyin; ama o başka bir yazının konusu.)
Sonra Evil Within önce o dönemin yeni nesil konsollarına, sonra da bilgisayara çıktı. Oyunun daha başlarındaki şu sahneyle de gönlümüzü çaldı.
Sigarayı bıraktığım şu günlerde aynı tepkiyi her gün, her saat veriyorum 🙁
The Evil Within gerçekten harika bir oyundu. Hem Shinji Mikami için, hem de yarattığı beklenti için gerçekten adına yaraşır bir oyun oldu. Beacon Mental Hospital içerisinde yaşadığımız o kâbus, bir seri katilin beyninin içinde hayatta kalma savaşımız, dünyanın iplerini ellerinde tutan arkaik bir gizli örgüt, kimin dost kimin düşman oluşunun belli olmaması…
Hikâyenin ana kahramanı Sebastian’ın yangında ölmüş kızı, ve kızının ölümünden sonra ayrıldığı karısı üzerine pek bir şey bilmiyor olsak da, hikâyenin anlattığı asıl kişi olan Ruvik’in zihninin derinliklerine inerken, yavaş yavaş Sebastian’ın da zihninin derinliklerine indik. Ruvik’in zihninin ötesinde, bir de Sebastian’ın güvenli bölgesine girdik, ki oyun da bunu bize upgrade mekaniği olarak sundu. Hele hele Tatiana’nın o duygusuz ve tekdüze ses tonu ile konuşmaları unutulmazdı.
Tabii ki kimileri The Evil Within’i sevmedi. Özellikle kontrollerden çok yakınan oldu ki, bizim gibi Silent Hill 1’i emülatörde oynarken üzerine atlayan köpeğin kafasına steel pipe‘ı indiren (katananın hastasyım, steel pipe’ın ustasıyım) nesile bu oynanış mekanikleri yağ gibi geldi. Dolayısıyla ben hikâyenin, anlatımının, ve arka taraftaki diğer tekniklerin üzerine yoğunlaştım ve gördüğüm şeyleri çok sevdim.
Ama bitmedi, DLC’ler ile hikâyeyi öyle bir yöne taşıdılar ki, The Assignment’ı oynarken nefret etmeye yaklaştığım Kidman’ı kurtarmak için üç buçuk atar hâle geldim. Hele hele The Consequence başlamadan önce Mobius’un karanlık gölgelerden uzanan eller şeklindeki bir gösterimi vardı ki, biraz zorlasak Silent Hill’e de uydururduk gibime geliyor.
ve The Evil Within 2 gelir…
Aslında ilk oyunun beklenmedik sonlarını düşündüğümüzde, özellikle Sebastian ve Juli için hikâyenin pek de bitmediğini, ucundan kıyısından olayların devam edeceğini, hele hele STEM’den çıkmanın o kadar kolay olmadığını tahmin etmek zor değildi; ama hikâyeyi nasıl devam ettireceklerdi?
Bu defa Shinji Mikami, bir adım geriye çekilip Executive koltuğuna oturdu ve yerini gençlere bıraktı. The Evil Within 2 de bu defa çok kişisel bir hikâyeye, Sebastian’ın hikâyesine döndü. Evet, ilk oyunda biraz bahsedilen yangın, kızının vefatı, karısının ortadan kaybolması, kendini içkiye vurması, arkadaşlarına kendini açmaması, Tatiana’nın kim olduğunu anlamaması ikinci oyun için yeterince malzeme vermiş demek ki…
O kadar ki, şunu söyleyebilirim: Son yıllarda Silent Hill’e en yakın oynayabileceğiniz tek oyun The Evil Within 2.
Açık konuşayım, duyuruluş trailerında mayonez içine uzanmış Seboyu gördükten sonra bir daha hiçbir trailerı izlemedim ve haberi okumadım. Hatta oyunun çıkışının Stranger Things 2 ile benzer döneme denk gelmesi (onun üzerine de bir şeyler yazasım var) biraz ikileme düşürdü beni. Ama tabii huylu huyundan vazgeçmez. Bir cuma gecesi çıktım yolculuğa…
Post Traumatic Stress Disorder
Bir barda kendini alkole vermiş Sebo ile başladığımız oyunda, karakterin ilk oyunda yaşananları atlatamadığını ilk bakışta fark ediyoruz.
Ne var ki, olay burada bitmiyor. Oyun boyunca konuştuğunuz tüm karakterler, Sebo’nun psikiyatr ile görüşme flashback‘leri, ve Anima olayları, ilk oyunda yaşananların karakteri ne kadar derinden etkilediğini ve neden atlatamadığını çok iyi anlamamıza olanak sağlıyor. Bu kısımları çok sevdim, çünkü genelde devam oyunu olan oyunlarda direktör filan değişince önceki oyunlarda olan olayları ya yok sayıyorlar ya da çok üstünkörü bahsedip geçiyorlar. MGS serisi bile ara ara topallıyor bu konuda.
Ama The Evil Within 2 öyle değil. Burada birebir hatırlıyorsunuz ilk oyunda olanları. Sebo’nun bir ara “Bazen gerçekten STEM’den çıkıp çıkmadığımı bile bilemiyorum” demesi o kadar tedirgin edici ki, tüm oyunun bir başka STEM içinde geçip geçmediğinden emin olmanız mümkün değil gibi. Üstüne bir de ilk oyunda bildiğinizi sandığınız çoğu şeyin yalan çıkması ile birlikte yalan dünya, her şey yalan, STEM’ler yalan diye mırıldanasınız geliyor.
Ama benim asıl vurulduğum nokta, ilk Anima olayı geldiğinde oldu.
Anima Event
İlk Anima olayımı, ortalıkta gezip yan görevleri ve gizli nesneleri bulmak için uğraşırken yakaladım. Zaten tam çözümlere bakarsanız ilk Anima Event için verilen ev belli, ben de ne olduğunu bilmeden girdim.
İlk oyundan sonra neler olduğuna dair az çok fikir yürütürken, Sebo’nun elbette bir psikolog ile görüşeceğine emindim. Zira bu eve girdiğimde de flashback olarak Sebo’nun konuşmaları ve bağırmaları duyulabiliyor. Beklenen şekilde, kimse inanmıyor. Sebo ise olayın gerçek olduğunu iddia ediyor.
Sebo’nun konuştuğu psikologun da gayet sıkıntılı bir tip olduğunu gördükten sonra tüm bu terapi seanslarının aslında Sebastian’ı iyileştirmek için olmadığını fark ettiğimde aklıma ilk gelen “yok canım, geçmişten gelen bir travma ile uğraşmayacağız herhalde” diye düşündüm, ve şom ağzımı açmış oldum.
Anima gelip beni aldığı gibi Beacon Mental Hospital’e götürdü…
Temelde tüm tepkim bu videodaki gibi oldu.
İşte beni karaktere bağlayan asıl nokta da burası. Sebastian’ın “Hayır! Yine mi!?! Olamaz!” diye bağırdığı noktada ben de Beacon Mental Hospital’e geri dönmek istemediğimi düşünüyordum. Bir kâbus yeterliydi.
İşte bu noktada baş karakter ile ortak bir şeyler paylaştığımı keşfettim. Bu benim için çok önemliydi, çünkü aramızdaki tüm farklara rağmen, Sebastian bir noktada benim STEM içine girmiş ajanım, yansımam, kişiliğim gibiydi ve ne pahasına olursa olsun oradan çıkmak istiyordum. Dolayısıyla ben ona yardımcı olacaktım, o da STEM’den çıkacaktı.
Özellikle Tatiana’nın geri dönüşü, Sebastian ile konuşmalarındaki tavrı, hele hele oyunun sonuna doğru yaptığı açıklamalar ile sadık hemşiremizin sadece Sebastian’a değil, bana da konuştuğunu düşündüm.
Bu da bana düşündürücü geldi…
Oyunlarda Oyuncu Nerede?
Evet, nerede? Oyunu oynayan kişi, oyunun neresinde bulunuyor? FPS oyunlarında hakikaten kendisi oynuyormuş gibi hissediyor mu? TPS oyunlarında, oyundaki karakter ile beraber yolculuğa çıktığını hissediyor mu?
En başarılı oyunlara baktığımızda, çoğunda kendimizi karakterin yerine koymuyoruz. Mesela God of War serisinde Kratos’un yerinde değiliz, ama onun intikam yolculuğunda ona eşlik ediyor, ona yardımcı oluyoruz.
Ama, sözgelimi, Bioshock oyunlarında, ben kendimi Subject Delta yerine koyup sanki kendim öyleymişim gibi oynamıştım. TPS FPS karşılaştırması diyenler için, Silent Hill Origins, kişisel favorimdir ve kendimi Travis’in yerine koyarak oynamıştım. Ama Singularity oynarken kendimi baş karakterin yerine koyamamıştım.
Yani aslında oyunun FPS veya TPS olması kendimizi karakterin yerine koyup koymama konusunda tek genel geçer faktör değil. Aslında karakterin duygularının bizim duygularımızla, karakterin tepkilerinin bizim tepkilerimizle hangi düzlemde ne derece örtüştüğü önemli.
Bu noktada da, The Evil Within 2 beni Sebastian ile PTSD düzleminde nokta atışı ile birleştirdi. Anima Event mekaniğini kim düşündüyse eğer, oyun geliştirme dünyasında adının yazılması gerekiyor.
Kimin Eleştirisi?
Sanırım şu noktaya kadar oyunu çok sevdiğimi, ve bu sevginin de asıl sebebini iyice açıklamış oluyorum. Lâkin, oyun çok çeşitli çevrelerden eleştiri almış durumda. En büyük eleştiri ise mekaniklerin aynı olması. Oyuncu kitlesinin bazen aşırı derecede iki yüzlü davranabildiğin, bazı sözde oyun sitelerinin iki yüzlü eleştiriler yaptığını çok defa fazlasıyla gördüm.
Ne var ki, Asassin’s Creed gibi, Call of Duty gibi, aşağı yukarı 10 yıldır aynı mekanikleri kullanan oyunların ‘mekanikler aynı yeeeaaa’ gibi bir tekpiyle hiçbir şekilde karşılaşmamasına karşın, The Evil Within 2’nin biraz değişitirilmiş, yenilenmiş, hatta üzerine bir iki yeni şey eklenmiş mekaniklerinin bu eleştiriyle karşılaşması, ve üstüne farklı platformlarda görüşlerimi dile getirirken bana argüman olarak bunların sunulması yine o eski sivri dilli hâlime geri dönmeme sebep oldu.
Çok üzücü bir durum, çünkü sözde oyun sitelerinin olaya ne kadar favoricilik yaparak yaklaştıkları gayet bilinen bir şey. Bunun bilinmesine rağmen oyuncuların kendi görüşleri yerine ‘otorite’ dedikleri oyun sitelerinin sözüne bu kadar bakması, güvenmesi, ve tekrar etmesi biraz ürkütücü.
Bu dediğimin altını doldurmak için de vereceğim örnek şu: Merlinin Kazanı’nda editör olan bir arkadaş ile Facebook’ta bir gönderi altında Silent Hill Homecoming üzerine tartışma yaparken bana sunduğu argümanların hepsinin ezbere söylenen şeyler olması, kaynak ve sebep sorulduğunda ‘otoriteler öyle diyor’ gibi kaçamak cevaplar vermesi ile arkadaşın oyunu belki de oynamamış olduğunu düşünmeme sebep oldu. Bu adam yarın öbür gün başka bir oyun üzerine eleştiri veya tanıtım yazısı yazdığında ben nasıl güvenip okuyacağım?
Aslında bir magazin sitesi olan bir başka teknoloji sitesinde ise oyun geliştirici bir başka arkadaşın oyunlarının tanıtımının yapılmasını istediğinde 5000 TL’lik bir talepte bulunulması da aslında oyun sitelerinin motivasyonlarının ne olduğunu gösterir nitelikte.
Durum böyleyken, başarılı olan bir oyun, oyun sitelerinin filtrelerine takılabiliyor. Oyuncuların da biraz kendi fikirlerine hâkim olmaları gerekiyor.
Neyse, konudan çok saptım.
Demem o ki, The Evil Within 2 güzel oyun. İlk oyunu oynamadıysanız kesinlikle oynayın, ikinci oyuna da bir şans verip damak zevkinize uyup uymadığını görün.
Sağlıcakla kalın.
Birde türkçe yaması çıksa varya (mesaj iletildi)
Şaka bir yana oyun hakikaten mükemmel olmuş. Yazı için teşekkürler kardeşim.
Mümkün olsa eğer Evil Within serisine Türkçe yama yapmak isterdim elbette; ama SOMA’dan beridir Türkçe yama işiyle pek ilgilendiğim söylenemez. Dosyaları açmak ve paketlemek için bir araç yazmaya vakit harcayamam gibi geliyor, ama öyle bir araç varsa da çevirmekten kaçınmam sanırım.
Şimdi, resmî FPS modu gelmişken oyunu bir kez daha oynayasım var 🙂
Ben oyunu çıktığı gün aldım. Ama sadece 1 saat oynadım. Aslında altyazılı videoları felan var ama öyle zevkli olmuyor. Tr yamasının çıkacağı günü bekleyenlerdenim kısacası. Fps modunu ben beğenmedim kardeşim 3.şahıs bana daha zevkli geliyor.
Bana bir iki ay sonrasında hediye olarak geldi, ilk oyunu da PC versiyonu çıktıktan baya sonra oynamıştım. Hem oynanış hem hikâye olarak çok hoşuma gittiği için favorilerim arasında yerini aldı tabii; ama sonra ara vermek zorunda kaldım.
FPS modunu denemedim, oyun tasarlanışı açısından 3. şahıs zaten de, bir de öyle deneyip görmek güzel olur diye düşünüyorum. Hayırlısı 🙂
TR yama için çalışma yapan bir yer var mı?
Bildiğim kadarı ile yok. Sanıyorum ki dosyaları kapatıcak programı bulamadılar kardeşim.
Zaten en büyük sıkıntı dosyaları açıp kapamak. Onu yaptıktan sonra kaliteli çeviri yapacak biri bulunur elbette, sonuçta herkes Google Translate çevirisi yapmıyor. Ben kendim o araçları yazmakla pek uğraşmadım açık konuşmak gerekirse, yazılmışları buldum veya var olanları modifiye ettim az biraz. O yüzden de Evil Within için girişmek biraz gözümü korkutuyor.
Akşamları zaten Neon Town’a veya yüksek lisans için bir şeylere bakmam gerekiyor, o yüzden vakit bulduğumda kendim oyun oynamayı tercih ediyorum 🙂