Kapağa bakarak anime kalitesini tahmin ettiğim (ve bir ikisi hariç elliden fazlasını tutturduğum) bir akşam, listede bu kapağı gördüm ve direk işte 10 üzerinden 10 dedim kendi içimden. Minimalist bir yaklaşımla ya kısa ya da tek bölümlük bir film formatında olan sanatsal bir yapım olduğunu tahmin ettim ve hemen o an açıp izlemeye başladım.
Rain Town, Hiroyasu Ishida tarafından çekilen 9 dakikalık bir anime filmi. Kyoto Seika Üniversitesindeki mezuniyet projesinin bir parçası olarak üzerinde iki yıl çalışmış. Yağmurun asla dinmediği bir kasabada, küçük bir kız bir robotla arkadaşlık kurar; ve bu kız da robota çok eskiden tanıdığı başka bir kızı hatırlatır. Limbo gibi hiç konuşmanın geçmediği anime, yine Limbo ve Inside gibi minimalist bir yaklaşım sergiliyor. Yine de PlayDead’ten ziyade Amanita’dan Machinarium tarzında bir oyun bekleyesim var. Zira renk paleti ve çizim tarzı öyle güzel bir atmosfer yakalıyor ki, kasabayı sokak sokak gezmek istiyor insan.
Açılışta yazan yazılar Japonca elbette, ve çok da önemli bir şey demiyor olsa da, atmosfere giriş için önemli sayılabilecek bir girizgâh:
Bu kasabada, kim bilir ne zamandan beri, yağmur hiç dinmedi.
Yerliler ‘Yağmur Kasabası’nın etrafındaki tepelere ve varoşlara taşındılar.Artık insanların anıları sular altında kalmıştır.
Ama bazen, bu unutulmuş yağmur kasabasında, birisi gezintiye çıkar.
Görselliğin ve sakinliğin oldukça yeterli olduğunu itiraf etmem gerekiyor. Yine de, hikâye ve sembolizm üzerinde ne varmış acaba diye tekrar izlemem gerekti. Yalnızlık ve terkedilmişlik hissinin tavan yaptığı sahnelerdeki soğuk renklerin ağırlığı üzerine küçük kızın sarı yağmurluğu ile seke seke gitmesi biraz tokat etkisi yaratıyor. Filmin hemen başında gördüğümüz yaşlı kadın ile robotun ayrı ayrı yalnız olmaları zaten görsel hikâye anlatımı ile izleyiciye rahatlıkla aktarılıyor. Sarı yağmurluklu kız ise bu iki yalnızlığın ortak noktası olarak ikisinini de yalnızlıktan çıkarıyor.
Robot tarafından bakınca, küçük kız geldiğinde şehrin yağmur tarafından esir alınmadığı çok uzak zamanlara, derin bir nostaljiye gidişat mevcut. Ne var ki bu gidişatın eninde sonunda o eski zamanlardaki arkadaşı olan bir başka küçük kızın belli sebeplerden dolayı robotu terketmesiyle aşama aşama yalnızlığa ve terkedilmişliğe geçişi, haliyle canlı renkleri olan şehrin mavinin tonlarına dönüşmesi birkaç saniyeye sığdırılmış. İçim öyle bir daraldı ki depresyona gireceğim sandım.
Yaşlı kadın tarafından bakınca ise, açılışta kadının da yalnızlıktan muzdaripmiş gibi görünmesine rağmen çok geçmeden sarı yağmurluklu küçük kızın aslında kadınla beraber olduğunu görüyoruz. Ama asıl dönüş, robotu o eski zamanlarda terk eden küçük kızın şimdi büyüyüp, ve hatta yaşlanıp bu yaşlı kadın olması ve birbirlerini yeniden bulmaları. Ya da belki ben olayları öyle okudum, belki de alâkaları yok. Ama ne olursa olsun, o mavi tonlarına inatla sarı yağmurluğuyla gezen küçük kızın yalnızlıktan ve terkedilmişlikten muzdarip bünyeleri bir araya getirmesi ve içlerindeki bu boşluğu doldurması daha nasıl anlatılırdı bilemiyorum.
Mavi melankoliyi, sarı ise neşe ve güveni temsil ediyor demek çok da uzun bir sıçrama olmayacaktır diye tahmin ediyorum.
İşin ilginci ise, terkedilmiş ve normalde ürpertici olan tüm mekânların sadece melankolik bir nostalji hissi veriyor olması. Nedense kendi çocukluğumu özledim bir anda. Artık çocukluğa özlem mi, terkedilişin ardından gelen yalnızlık mı, nostaljinin getirdiği melankoli mi orası izleyene kalmış; ama 9 dakikaya sığdırılan şey bugünkü yüzlerce bölümlük tırt bölümlere sığmıyor, haliyle zamanın ötesinden böyle bir bahsi ve övgüyü hakediyor.